28 Şubat 2014 Cuma

RÖNESANS(RENAİSSANCE) AYDINLANMA


Musevi ruhban/hahamlar, Musevi dinini yozlaştırarak halkı kandırmaya başlamışlar ve her şeyi kendi yararlarına dönüştürmüşlerdir. Musevi bir haham olan Hz.İsa buna isyan ederek İseviliği oluşturmuştur. Hz.İsa'nın ölümü ile İsevi ruhban Anadolu'ya, Roma'ya (Petrus) yayılmıştır. Hz.İsa'nın ölümünden 70-90 yıl sonra Markos, Luka, Yuhanna, 3 ayrı incil yazmış; MS 180. yılda da İrenaeus 4. incili yazmıştır. Bunların hiç biri vahiy değildir.Papalık Vahyi reddeder. Hıristiyanlıkta vahiy meşkuktur(şüpheli ). Zamanla Hıristiyan ruhban sayısı aynı süre içinde 10.000 binleri, bugüne dek toplam on milyonları geçmiştir. Bunlar, İseviliği orijinalinden, İncil'den uzaklaştırarak kendi düşünce ve özellikle yararları yönünde bir Hıristiyanlık oluşturmuşlardır. Öyle ki günah affeden (sanki Allah'lar), kralları bile aforoz eden, tüm mahkemelerin sahibi, binlerce bilim, sanat adamını idam eden kapkaranlık bir dönem/çağ yaşatmışlardır. Musevi ve İsevi ruhbanın dinlerini kendi lehlerine yozlaştırmaları nedeniyle, Kuran, İSLAMİYET'TE RUHBANI YASAKLAMIŞTIR. Resul (SAV)de bir çok hadisinde ruhbanı şiddetle yasaklamıştır. Bu kesin yasağa karşın en çok ruhban/ulema! Müslüman dünyasındadır ve sayıları sadece 21. yüzyılda milyonları bulmuştur. Toplamda on milyonları çoktan geçmiştir. Özellikle Sünni ruhban, Haham ve papazlardan da bin beter biçimde Kuran'la ilişkisi olmayan kendi düşünce ve yararları doğrultusunda bir Müslümanlık oluşturmuştur; özellikle de Türkiye'de. Hıristiyanlığın en karanlık çağı olan Ortaçağın sonlarında bazı papazlar Hıristiyan ruhbanın yalanına, halkı kandırmasına, zulmüne isyan ederek İseviliğin özüne dönülmesi, halkın incili aracısız okuyup anlaması için anadillerine çevirmeye başlamışlardır. İktidara sahip zulümcü Ruhban buna çok kızarak çevirileri yapanları aforoz edip çeviri İncilleri yok etmeye çalışmışlardır. Şimdiki Müslüman! ruhbanın Kuran’ı anadilde özellikle namazda okunmasını yasakladıkları, gece gündüz anlamadan Arapça okuyup okuttukları gibi. Ancak Martin Luhter ve benzerleri İtalya, İspanya, İngiltere, Fransa, Almanya'da ruhbana şiddetle karşı çıkıp incilin halk tarafından okunup anlaşılması için anadillerine çevirdikleri İncillerle Hıristiyanlığın orijinaline dönüşü sağlamışlardır. Bunların sonucunda da Katolikliğe ek olarak Protestan ve Ortodoks mezhepleri oluşmuştur. Halkın İncili doğrudan okuması ile, ruhbanlarının yalanlarını görmüş ve onların kulları olmaktan kurtulmaya başlamışlardır. Bu da aklı kullanmayı, RÖNESANSI ve AYDINLANMAYI sağlamıştır. Müslüman dünyası ABD'nin komünizme karşı oluşturmaya çalıştığı yeşil kuşak* ve Humeyni ile Hıristiyan Orta çağını yaşamaya başlamıştır. 21. yüzyılda da doruk noktasını yaşamaktadır. * (1950'ler sonrası, Türkiye, Irak, İran, Afganistan, Pakistan) Müslüman dünyasının Rönesans ve aydınlanmasını Atatürk başlatmıştı. Ancak gerçekleştirmesi için ömrü yetmedi. Etkilerini silmek için de iç ve dış, İslam ve Türk düşmanları el birliği ile uğraşmaktadırlar.Bugün de bu sürüp gitmektedir…

25 Şubat 2014 Salı

KARŞIYAKA’NIN SORUNLARINI KARŞIYAKALI BİLİR!


-karsiyakanin-sorunlarini--karsiyakali-bilir
DSP Karşıyaka Belediye Başkanı Adayı Muzaffer DÖNMEZ Karşıyaka'nın sorunları ve adaylığa talip olmasının nedenlerini özetledi:
25 Şubat 2014 Salı 21:15
               
Türkiye’nin en güzel ilçeleri’nden birinin bilinen nedenlerden ötürü hep geri kalması,kısır çekişmelerle
gerilemesi bizlere taşın altına elimizi değil gövdemizi koymamızın zamanının gelip geçmekte olduğunu gösterdi.
Bilindiği gibi en büyük sorunlarımız altyapı yetersizlikleri(su baskınları,kötü kokular,kanalizasyon),enerji sıkıntıları,yaşlılarımızın ,engelli kardeşlerimizin,hanımlarımızın ve gençlerimizin sorunları…
Bunların dışında esnafımızın,iş sahiplerimizin,çalışanlarımızın ve işsizlerimizin sorunlarını da unutmamak lazım.
İlçeyi siz de benim kadar iyi biliyorsunuz,popülizm adına sadece makyajlarla sorunların bugününü ve yarınını görmezden gelmek daha büyük sorunları davet etmektedir…
Dün,başka İllerden İl’imize İlçemize değişik gerekçelerle insanlar gelirken(çalışmak,öğrenim,gezmek vb.) bugün tam tersi olmuş ve insanlarımız çalışmak için bile komşu illere gider olmuştur.
TÜİK’in istatistiklerinde İller bazında en fazla işsizlik,aile içi şiddet ve intihar oranlarında başı çekmeye başladık.Bunda Hükümetlerin olduğu kadar Yerel Yönetimlerinde sorumluluğu var…
İşte bunun için ekibimle birlikte bu ilçenin yönetimine talibim.Kimse ile kavgalı olmadan işimize bakacağız.
Bir taraftan başlanmış olan “Kentsel Dönüşüm” çalışmalarını kontrollü olarak sürdürürken bir taraftan da 
İlçemizin önümüzdeki 10 yılını planlamaya çalışacağız…
Projelerimiz,çocuklarımız,gençlerimiz,hanımlarımız,yaşlılarımız,engellilerimiz adına sürdürülebilirlik mantığı ve çevreci projelerle vücut bulacaktır.
Bu ilçe’nin üst yapı kadar enerji,su,kanalizasyon,yeşil çevre,otopark,ulaşım,sağlık,eğitim konuları belirli takvimlerle hem Belediye hem de diğer kurumlarla kavga etmeden halk yararına çözümlenecektir.
Taş döşemek ve Minyatür Parklar açmak ne işsizlerimizin ne de çalışanlarımızın geleceğine katma değer sağlamamaktadır.
Karşıyaka hak ettiklerini bizim emeklerimizle tekrar kazanacak,ticaret canlanacak,yüzler tekrar gülecektir.
Gençlerimiz çalışmak için başka şehirlere gitmek zorunda kalmayacak ve 35 ½ ‘li olmanın gururunu sadece Türkiye de değil Avrupa da da taşıyacaktır.
Doğaldır ki elimizde sihirli değnek yok.Bugün başlayıp yarın bütün sorunları çözemeyeceğiz.
Ancak,bugünden başlayarak yarınlara bu adımları atmayacak olursak Karşıyaka önümüzdeki yıllarda kesinlikle içinden çıkılamaz sorunlarla boğuşmak zorunda kalacak ve yaşanılmaz hale gelecektir.
Bunları bildiğimiz için ,bunları gördüğümüz için bu göreve hazırız,geliyoruz!
Saygılarımla
Muzaffer DÖNMEZ
DSP Karşıyaka Belediye Başkan Adayı
                                          GELECEK İÇİN DOĞRU ADAYI SEÇİN,
                            HAYDİ KARŞIYAKALIM,SANDIĞA GİT-OYUNA SAHİP ÇIK!


19 Şubat 2014 Çarşamba

DSP İZMİR BELEDİYE BAŞKAN ADAYIMIZLARIMIZ

DSP İZMİR BELEDİYE BAŞKAN ADAYIMIZLARIMIZ

dsp-izmir-belediye-baskan-adayimizlarimiz
Başta Partimizin Genel Başkanı Sayın Dr. Masum TÜRKER olmak üzere tüm DSP'li arkadaşlarımıza ve DSP'ye gönül vermiş olanlara , bu adaylığı bize layık görenlere ve geceli-gündüzlü çalışarak,hiç bir fedakarlıktan kaçınmayan arkadaşlarımıza teşekkürü bir borç bilirim. DSP tüm kavgalardan uzak,sadece görev bilinci ile çalışmalarını yürütecek adaylarla hak ettiği günlere tekrar gelecek ve halkımıza gerçek hizmeti koşulsuz ve ayrımsız olarak herkese eşit olarak sunacaktır. Saygılarımla Muzaffer DÖNMEZ DSP İzmir-Karşıyaka Belediye Başkan Adayı
19 Şubat 2014 Çarşamba 10:46
DSP İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKAN ADAYIMIZ; SELÇUK KARAKÜLÇE DSP İZMİR İLÇE BELEDİYE BAŞKAN ADAYLARIMIZ; ALİAĞA HAKKI ÜLKÜ BALÇOVA SEMRA AKSAKAL BAYRAKLI HÜSEYİN ASLAN BEYDAĞ ÜMİT ÇAKIR BORNOVA KEMAL CEM PÜLTEN BUCA HASAN AYKAN ÇETİN ÇİĞLİ SIDDIK SOYSAL DİKİLİ YUSUF ALTIPARMAK FOÇA OSMAN MERT GÜZELBAHÇE ERTAN AVKIRAN KARŞIYAKA MUZAFFER DÖNMEZ KEMALPAŞA HALİL İBRAHİM DEĞİRMENCİ KİRAZ ERKAN TEK KONAK HAKAN TARTAN MENDERES ARİF EKTİ MENEMEN MUSTAFA SEVİŞ ÖDEMİŞ BÜLENT SARI SELÇUK HÜSEYİN KİREÇ TORBALI İBRAHİM ÖZ URLA SELÇUK KARAOSMANOĞLU
 

18 Şubat 2014 Salı

FREUD’UN İD VE EGO KAVRAMLARI

Daha önce Freud'un çocukluğu ve eğitimi ile ilgili kısa bir makale yazmıştım.
Şimdi de Sayın Murat Bayhan ve Aziz Yararlı'nın daha uzun bir çalışmasını sizinle paylaşmak istiyorum.
Önümüzdeki günlerde bununla ilgili bir kaç makalem daha olacak.Saygılarımla Muzaffer DÖNMEZ



 

[ÖNSÖZ]
         Aşağıdaki tartışmalar Haz İlkesinin Ötesi (1920[g]) başlıklı yazımda başlattığım ve orada belirtildiği gibi kendilerine karşı kişisel olarak belli bir iyilikbilir merakla yaklaştığım düşünce çizgilerinin sürdürülmesidir. Bu tartışmalar bu düşünceleri temel alarak onları çözümlemede gözlenen çeşitli olgularla bağlar ve bu bileşimden yeni vargılar türetmeye çalışırlar; ama yaşambilimden yeni hiçbirşey ödünç almadıkları için, ruhçözümlemeye Haz İlkesinin Ötesi’nden daha yakın dururlar. Bir kurgu doğasında olmaktan çok bir bireşim doğasını taşırlar ve önlerine daha yüksek bir hedef koymuş görünürler. Ama en kaba çizgilerin ötesine geçmediklerini biliyorum, ve bu kısıtlama ile bütünüyle yetiniyorum.
         Bu sayfalarda şimdiye dek ruhçözümsel irdelemenin nesnesi olmamış noktalar ele alınır, ve çözümlemeci olmayanlar tarafından ya da eski çözümlemeciler tarafından ortaya koyulan birçok kurama dokunmaktan kaçınmak olanaklı olmamıştır. Bunun dışında her zaman başka araştırmacılara borçlarımı kabul etmeye hazır oldum; ama bu durumda böyle bir minnettarlık borcu ile yüklü olmadığımı duyumsuyorum. Eğer ruhçözümleme şimdiye dek belli şeylere değer vermemişse, bu hiçbir zaman onların başarılarını gözardı ettiği ya da önemlerini yadsımaya çalıştığı için değil, ama henüz oralara dek götürmeyen belirli bir yolu izlediği için böyle olmuştur. Ve son olarak, onlara ulaştığı zaman, olgular başkalarına göründüğünden başka türlü görünmüştür.




I
BİLİNÇ VE BİLİNÇALTI
I. 1. Bu giriş kesiminde söyleyecek yeni hiçbirşey yoktur ve daha önce sık sık söylenenlerin yinelenişinden kaçınılmayacaktır.
I. 2. Ruhsalın bilinçli olana ve bilinçsiz olana ayırdedilmesi ruhçözümlemenin temel varsayımıdır ve ruhsal yaşamda sık oldukları denli de önemli olan patolojik süreçleri anlama ve onları bilimin çerçevesi içersinde düzenleme olanağını yalnızca bu varsayım sağlar. Bir kez daha ve başka türlü belirtirsek: Ruhçözümleme ruhsal olanın özünü bilince yerleştirmez, ama zorunlu olarak bilinci ruhsalın öyle bir niteliği olarak görür ki, başka niteliklere ek olarak bulunabilir ya da bulunmayabilir.
1.3. Eğer ruhbilime ilgi duyan herkesin bu yazıyı okuyacağını düşünebilirsem, kendimi okurlarımdan bir bölümünün daha bu noktada takılıp kaldıklarını ve daha ileri gidemediklerini görmeye de hazırlamam gerekir, çünkü ruhçözümlemenin ilk parolası buradadır. Felsefede eğitimli pekçok insan için ayrıca bilinçli de olmayan ruhsal herhangi birşey düşüncesi öylesine anlaşılmazdır ki, onlara saçma olarak ve salt mantık yoluyla çürütülebilir olarak görünür. İnanıyorum ki, bunun biricik nedeni, bu görüşü — patolojik belirişlerden bütünüyle ayrı olarak — zorunlu kılan ilgili hipnotizma ve düş fenomenlerini hiçbir zaman incelememiş olmalarıdır. Bunların bilinç ruhbilimleri düş ve hipnoz sorunlarını çözmeye yeteneksizdir.
I. 4. Bilinçli olma [bewußt sein] ilk olarak en dolaysız ve en pekin algı üzerine dayanan salt betimleyici bir terimdir. Deneyim bize bir ruhsal öğenin, örneğin bir tasarımın, genellikle uzun bir süre bilinçli olmadığını gösterir. Tersine, bir bilinç durumunun çok geçici olması tipiktir; şimdi bilinçli olan bir tasarım bir kıpı sonra artık böyle değildir, ama kolayca yaratılan belli koşullar altında yeniden bilinçli olabilir. Arada tasarımın ne olmuş olduğunu bilmeyiz; gizli olmuş olduğunu söyleyebiliriz, ve bununla her zaman bilinçli olma yeteneğinde olduğunu demek isteriz. Ya da, bilinçsiz olmuş olduğunu söylersek de doğru bir betimleme vermiş oluruz. Bu ‘bilinçsiz’ o zaman ‘gizli ve bilinçli olmaya yetenekli’ ile çakışır. Felsefeciler hiç kuşkusuz karşı çıkacaklardır: Hayır, bilinçsiz terimi burada uygulanabilir değildir; tasarım, gizlilik durumunda olduğu sürece, ne olursa olsun ruhsal birşey değildi. Burada onlarla çelişmek bize hiçbirşey kazandıramayacak bir sözcükler tartışmasına götürecektir.
I. 5. Ama bilinçsiz terimine ya da kavramına içlerinde ruhsal dinamiğin bir rol oynadığı deneyimleri irdeleyerek başka bir yoldan ulaştık. Çok güçlü ruhsal süreçlerin ya da tasarımların varolduğunu öğrendik — ki kabul etmek zorunda kaldık demektir —, ve ilk olarak burada irdelemeye nicel, ve dolayısıyla ekonomik bir etmen girdi. Bu süreç ya da tasarımların tümü de ruhsal yaşam için sıradan tasarımlarla aynı sonuçları üretebilseler de — ki bunların arasında tasarımlar olarak yeniden bilinçli olabilen sonuçlar da bulunur —, buna karşın kendileri bilinçli olmazlar. Daha önce sık sık açımlanmış olan şeyleri burada ayrıntılı olarak yinelemek gerekli değildir.1 Bu noktada ruhçözümleme kuramının içeri girdiğini ve böyle tasarımların bilinçli olamamalarının nedeninin belli bir kuvvetin onlara karşı direnmesi olduğunu, yoksa bilinçli olabileceklerini, ve o zaman açıkça ruhsal oldukları kabul edilen başka öğelerden ne denli az ayrı olduklarının görüleceğini ileri sürdüğünü söylemek yeterlidir. Ruhçözümleme uygulayımında direnen kuvvetin ortadan kaldırılmasına ve ilgili tasarımların bilinçli kılınmasına yardımcı olabilecek bir aracın bulunmuş olması bu kuramı çürütülemez yapar. Tasarımların bilinçli kılınmadan önce içinde oldukları duruma baskı diyoruz, ve baskıyı yerleştirmiş ve sürdürmekte olan kuvvetin ruhçözümleme işi sırasında direnç olarak duyumsandığını ileri sürüyoruz.
1[Bkz. örneğin ‘‘Ruhçözümlemede Bilinçsizin Kavramı Üzerine’’ (1912g), § 10 (s. 52) ve § 16 (s. 55.) ]
I. 8. Ama ruhçözümleme çalışmasının daha öte gelişiminde bu ayrımlar bile elverişsiz ve kılgısal olarak yetersiz olduklarını gösterdiler. Bunu gösteren durumlar arasında belirleyici olduğu açığa çıkan şudur. Bir insandaki ruhsal süreçlerin tutarlı bir örgütlenişinin olduğu düşüncesini geliştirdik ve bu örgütlenmeye onun beni diyoruz. Bilinç bu bene bağlıdır; benin devinebilirliğe erişebilme, eş deyişle uyarıların dışsal dünyaya boşalımını sağlama gücü vardır; ona ait tüm bölümsel süreçler üzerinde denetim uygulayan ruhsal yapıdır ki, gece uyku durumuna girer ve o zaman bile düşler üzerinde sansür uygulamayı sürdürür. Bu benden baskılar da doğar ve onlar aracılığıyla belli ruhsal eğilimlerin yalnızca bilinçten değil ama ayrıca başka etkililik ve etkinlik türlerinden de dışlanması gerekir. Baskı yoluyla bir yana atılmış olan bu eğilimler çözümlemede ben ile karşıtlık içinde dururlar, ve çözümleme benin baskılanmış gereçle ilgilenmeye karşı sergilediği dirençleri ortadan kaldırma görevi ile karşı karşıya kalır. Şimdi çözümleme sırasında önüne belli görevler koyulan hastanın güçlüklere düştüğünü gözleriz; baskılanmış gerece yaklaştıkları zaman çağrışımları başarısızlığa uğrarlar. Ona o zaman bir direncin egemenliği altına girdiğini söyleriz; ama kendisi bu konuda hiçbirşey bilmez, ve hazsızlık duygularından şimdi kendisinde bir direncin işlemekte olduğunu tahmin etse bile, onu tanımlamayı ve belirtmeyi başaramaz. Ama bu direnç hiç kuşkusuz onun beninden kaynaklandığına ve bu bene ait olduğuna göre, önceden görülmeyen bir durumla karşı karşıyayızdır. Benin kendisinde öyle birşey ile karşı karşıyayızdır ki o da bilinçsizdir ve tam olarak baskılanmış içerik gibi davranır; eş deyişle, kendisi bilinçli olmaksızın güçlü etkilere anlatım verir ve bilinçli kılınması özel bir çabayı gerektirir. Çözümleme kılgısı açısından bu deneyimin sonucu, eğer alışıldık anlatım yollarımıza sarılırsak ve örneğin sinirceyi bilinçli ve bilinçsiz arasındaki bir çatışmaya indirgemeyi istersek, sonu gelmez bulanıklıklara ve güçlüklere düşmek olacaktır. Bu karşıtlığın yerine ruhsal yaşamın yapısal koşulları üzerine içgörümüzden alınan bir başkasını, tutarlı ben ve ondan kopmuş baskılanan içerik arasındakini geçirmemiz gerekecektir.3
3Bkz. Haz İlkesinin Ötesi (1920g), [§ III. 2 (s. 289)]. 

1.9. Ama sonuçlar bilinçsiz üzerine görüşümüz açısından daha da önemlidirler. Dinamik irdeleme bizi ilk düzeltmeye götürdü; yapısal içgörü ise ikincisine götürür. Bç.siz’in baskılanmış ile çakışmadığını kabul ediyoruz; tüm baskılanmışın bç.siz olduğu doğru kalır, ama tüm Bç.siz ayrıca baskılanmış da değildir. Benin bir bölümü de — ne denli önemli olduğunu yalnızca Tanrı bilir — bç.siz olabilir, ve hiç kuşkusuz bç.siz’dir. Ve bu benin bu Bç.siz’i Öbç’in anlamında gizli değildir; eğer olsaydı, bç.li olmaksızın etkinleştirilemezdi, ve onu bilinçli kılma süreci böyle büyük güçlüklere düşmeyebilir. Kendimizi baskılanmamış bir üçüncü Bç.siz’i konutlama zorunluğu karşısında bulduğumuz zaman, bilinçsiz olma karakterinin bizim için önemini yitirmeye başladığını kabul etmeliyiz. Birçok anlamı olan bir niteliğe dönüşür ki, ne denli umudetmiş olsak da, uzak erimli ve kaçınılmaz vargılar çıkarmamıza izin vermez. Gene de bu özelliği gözardı etmekten kaçınmalıyız, çünkü en sonunda bilinçli olma ya da olmama karakteri derinlik ruhbiliminin karanlıklarındaki biricik ışıktır.

II
BEN VE O
II. 1. Patolojik araştırma ilgimizin baskılanmışa gereğinden öte yönelmesine neden oldu. Şimdi benin de sözcüğün asıl anlamında bilinçsiz olabileceğini bildiğimiz için, hakkında daha çok şey öğrenmek istiyoruz. Şimdiye dek araştırmalarımız sırasında elimizdeki biricik ipucu bilinçlinin ya da bilinçsizin ayırdedici özelliğiydi; sonunda bunun nasıl çok anlamlı olabileceğini görmeye başladık.
         II. 2. Şimdi tüm bilgimiz her zaman bilince bağlıdır. Bç.siz’i bile ancak bilinçli kılarak bilebiliriz. Ama durun! Bu nasıl olanaklıdır? Birşeyi bilinçli kılmak ne demektir? Bu nasıl olur?
         II. 3. Bu bağıntıda hangi noktadan başlamamız gerektiğini daha şimdiden biliyoruz. Demiştik ki bilinç ruhsal aygıtın yüzeyidir; eş deyişle onu bir işlev olarak bir dizgeye yükledik ki, uzaysal olarak dışsal dünyadan ilkin ona ulaşılır. Dahası, burada ‘uzaysal’ yalnızca işlev anlamında değil, ama bu kez ayrıca anatomik kesimleme anlamında da geçerlidir.4 Araştırmalarımız da bu algılayıcı yüzeyi başlangıç noktası olarak almalıdır.
4Bkz. Haz İlkesinin Ötesi [§ IV. 4 (s. 297).]
II. 4. Dışardan alınan tüm algılar (duyusal-algılar) ve içerden alınan duyumlar ve duygular dediğimiz tüm algılar başından bç.li’dirler. Ama — kabaca ve sağınlık olmaksızın — düşünce-süreçleri olarak biraraya toparlayabileceğimiz o iç süreçlerin durumu nedir? Kendilerini aygıtın içersinde bir yerlerde eyleme geçme yolundaki ruhsal erkenin yerdeğişimleri olarak gösteren bu süreçler bilincin ortaya çıkmasına neden olan yüzeye ilerler mi? Yoksa bilinç mi onlara doğru gider? Bu açıktır ki ruhsal olayların uzaysal ya da topografik tasarımlarını ciddiye aldığımız zaman kendini gösteren güçlüklerden biridir. Her iki olanak da eşit ölçüde tasarlanamazdır, ve bir üçüncü durum olmalıdır.5
5[Bu ‘‘Bilinçaltı’’nın (1915e) ikinci kesiminde daha uzunlamasına tartışılmıştı, bkz. § II. 2 vs. (s. 175-8).]
         II. 5. Başka bir yerde6 bç.siz bir tasarım ve öbç.li bir tasarım (bir düşünce) arasındaki edimsel ayrımın birincinin kendisini bilinmeyen kalan bir gereç üzerinde yer alırken, ikincinin ise (öbç.li olanın) ek olarak sözcük-tasarımları ile bağıntı içine getirilmesinden oluştuğunu ileri sürmüştüm. Bu Öbç ve Bç olarak iki dizgenin bilinç ile ilişkileri dışında bir başka ayırdedici özelliklerini daha belirtmek için ilk girişimdir. ‘Birşey nasıl bilinçli olur?’ sorusu böylece amaca daha uygun olarak ‘Birşey nasıl önbilinçli olur?’ biçiminde bildirilir. Ve yanıt ‘Ona karşılık düşen sözcük-tasarımları ile bağlanma yoluyla’ olacaktır.
6‘‘Bilinçaltı,’’ [§ VII. 13 vs. (s. 206 vs)].
II. 6. Bu sözcük-tasarımları anı kalıntılarıdır; bir zamanlar algılar idiler, ve tüm anı kalıntıları gibi yine bilinçli olabilirler. Doğalarını daha öte ele almadan önce, ancak bir kez bç.li algı olmuş olan birşeyin bilinçli olabilmesi, ve duygulardan ayrı olarak içerden doğup da bilinçli olmaya çalışan herhangi birşeyin kendini dışsal algılara dönüştürmek zorunda olması üzerimize yeni bir içgörü gibi doğar. Bu anı kalıntıları ile olanaklı olur.
II. 7. Anı kalıntılarını A-Bç dizgesine dolaysızca bitişik dizgelerde kapsanıyor olarak düşünürüz, öyle ki o kalıntlara yatırım içerden kolayca bu dizgenin öğeleri üzerine yayılabilir.7 Burada hemen sanrıları, ve en diri anının her zaman bir sanrıdan ve bir dışsal algıdan ayırdedilebilir olması olgusunu düşünürüz,8 ama aynı zamanda hemen görürüz ki bir anı yeniden yaşandığı zaman yatırım anı dizgesinde kalırken, bir algıdan ayırdedilemeyen sanrı ise yatırım yalnızca anı kalıntısından A-öğesi üzerine yayıldığı zaman değil ama bütünüyle üzerine geçtiği zaman doğabilir.
            7[Bkz. Düşlerin Yorumu (1900a), Bölüm VIII, P.F.L., 4, 687.]

8[Bu görüş Breuer tarafından Histeri Üzerine İncelemeler’e (1895d) kuramsal katkısında anlatılmıştı, P.F.L., 3, 263.]
II. 8. Sözel kalıntılar özsel olarak işitsel algılardan kaynaklanırlar,9 öyle ki bu yolla bir bakıma Öbç dizgesi için özel bir duyu-kaynağı verilir. Sözcük-tasarımlarının görsel bileşenleri ikincildir, okuma yoluyla kazanılır, ve ilk olarak gözardı edilebilirler; ve bu sağır ve dilsizler dışında destek imleçler rolünü oynayan sözcüklerin devim-imgeleri için de geçerlidir. Sözcük gene de aslında işitilmiş sözcüklerin anı kalıntısıdır.
9[Freud bu vargıya patolojik bulgular temelinde sözyitimi üzerine monografında (1891b) varmıştı.] 
II. 9. Belki de yalınlaştırma gibi bir amaç uğruna, şeylere ilişkin oldukları zaman görsel anı kalıntılarının önemini unutmaya, ya da düşünce-süreçlerinin görsel kalıntılara bir geri dönüş yoluya bilinçli olmalarının olanaklı olduğunu ve birçok insan durumunda bunun gözde yöntem olarak göründüğünü yadsımaya götürülmemeliyiz. J. Varendonck’un gözlemlerine göre,10 düşlerin ve önbilinçli düşlemlerin incelemesi bize bu görsel düşünmenin kendine özgü yanı konusunda birşeyler anlatabilir. Onda çoğunlukla yalnızca düşüncenin somut gerecinin bilinçli olduğunu, ama düşünceleri özel olarak nitelendiren ilişkiler için görsel bir anlatımın verilemeyeceğini öğreniriz.11 İmgelerde düşünme öyleyse bilinçli olmanın yalnızca çok eksik bir yoludur. Ayrıca belli bir yolda bilinçsiz süreçlere sözcüklerde düşünmeden daha yakın durur ve hiç kuşkusuz hem özgelişimsel hem de soygelişimsel olarak sözcüklerde düşünmeden daha eskidir.
10[Varendonck’un Freud’un bir sunuş yazısıyla katkıda bulunduğu bir kitabında (1921).]

11[İngilizce çeviride tümcenin son bölümü şöyledir: ‘‘düşünceleri özel olarak nitelendiren şey olan bu gerecin çeşitli öğeleri arasındaki ilişkilere görsel anlatım verilemez.’’]
 
II. 10. Öyleyse, uslamlamamıza geri dönersek, kendinde bilinçsiz olanın önbilinçli olma yolu bu ise, baskılanmış olan birşeyi nasıl (ön)bilinçli yaparız sorusunun yanıtı şöyledir: Bu böyle öbç.li halkaları çözümleme çalışması yoluyla kurarak yapılır. Öyleyse bilinç kendi yerinde kalır; ama öte yandan Bç.siz ise Bç’ye yükselmez
II. 11. Dışsal algıların ben ile ilişkileri bütünüyle açıkta yatarken, içsel algıların ben ile ilişkileri özel araştırmayı gerektirir. Bir kez daha tüm bilinci yüzeysel bir A-Bç dizgesi ile ilişkilendirmenin doğru olup olmadığı kuşkusunu yaratır.
         II. 12. İç algılar ruhsal aygıtın en büyük türlülüğü gösteren ve hiç kuşkusuz ayrıca en derinde olan katmanlarındaki süreçlerin duyumlarını verirler. Bunlar konusunda çok az şey bilinir, ve haz-hazsızlık dizisine ait olanlar henüz en iyi örnekleri olarak görülebilir. Dışsal olarak doğan algılardan daha kökensel, daha öğeseldirler ve bulanık bilinç durumunda bile ortaya çıkabilirler. Daha büyük ekonomik önemleri ve bunun metapsikolojik temelleri üzerine görüşlerimi başka bir yerde anlattım.12 Bu duyumlar tıpkı dışsal algılar gibi çok-yerlidirler; eşzamanlı olarak değişik yerlerden gelebilirler ve buna göre değişik ya da giderek karşıt nitelikler taşıyabilirler.
            12[Haz İlkesinin Ötesi, § IV. 8 (s. 300). ]
II. 13. Haz verici duyumların kendilerinde itici hiçbir özellikleri yokken, buna karşı hazsızlık duyumları bu özelliği en yüksek derecede gösterirler. İkinciler değişime, boşaltıma doğru basınç yaparlar, ve bu yüzden hazsızlığı erke yatırımının bir yükselmesi olarak ve hazzı ise bir alçaltılması olarak yorumlarız. Haz ve hazsızlık olarak bilinçli olanı ruhsal süreçteki nicel-nitel bir ‘başka’ olarak adlandıralım; ve böyle bir ‘başka’ acaba tam olduğu yerde bilinçli olabilir mi, yoksa A dizgesine dek iletilmesi zorunlu mudur diye soralım.
II. 14. Klinik deneyim ikinciden yana karar verir. Bu ‘başka’nın baskılanmış bir dürtü gibi davrandığını gösterir. Dürtücü kuvvet uygulayabilir, ve bunu benin zorlamayı saptaması olmaksızın yapabilir. Ancak zorlamaya direnç ya da boşaltma tepkisinin durdurulması bu ‘başka’yı hemen hazsızlık olarak bilinçli kılar. Gereksinimlerden doğan gerginliklerin bilinçsiz kalabilmeleri ile aynı yolda, acı da bilinçsiz kalabilir; ve acı iç ve dış algı arasındaki bir halkadır ki, dış dünyadan kaynaklandığı yerde bile bir iç algı gibi davranır. Öyleyse duyumların ve duyguların ancak A dizgesine ulaşma yoluyla bilinçli olmaları olgusu doğru olarak kalır; eğer ilerleme yolu kapatılırsa, duyumlar olarak ortaya çıkmazlar, üstelik uyarı sürecinde onlara karşılık düşen ‘başka’ yine o aynı ‘başka’ olsa da. O zaman kısaltılmış ama bütünüyle doğru olmayan bir yolda bilinçsiz duyumlardan söz ederiz, ve bilinçsiz tasarımlarla bütünüyle haklı olmayan bir andırıma sarılırız. Ayrım şöyledir: bç.siz tasarımları Bç dizgesine getirebilmek için ilkin bağlantı halkalarının yapılmasının gerekmesine karşın, buna karşı kendilerini doğrudan ileten duyumlar için bu gereksizleşir. Başka bir deyişle, Bç ve Öbç arasındaki ayrım duyumlar için hiçbir anlam taşımaz; Öbç burada konu dışıdır, ve duyumlar ya bilinçli ya da bilinçsizdir. Sözcük-tasararımlarına bağlı oldukları yerde bile, bilinçli oluşları bu durumdan ötürü değildir; tersine, doğrudan doğruya bilinçli olurlar.13
13[Bkz. ‘‘Bilinçaltı’’ (1915e) § III. 4 (s. 179 vs.).]
II. 15. Sözcük-tasarımlarının rolleri şimdi bütünüyle açıktır. Aracılıkları yoluyla, iç düşünme-süreçleri algılara çevrilir. Bu tüm bilgi dışsal algıdan kaynaklanır önermesinin tanıtlanması gibidir. Düşünmenin bir aşırı-yatırımı durumunda düşünceler edimsel olarak — sanki dışardan geliyorlarmış gibi — algılanırlar ve dolayısıyla gerçek sayılırlar.
II. 16. İç ve dış algı ve yüzeysel A-Bç dizgesi arasındaki ilişkilerin bu durulaştırılmasından sonra, ben tasarımımızı kurma işine geçebiliriz. Gördüğümüz gibi, çekirdeği olarak A dizgesinden yola çıkar ve ilk olarak anı artıklarına dayanan Öbç’yi kucaklar. Ama ben de, gördüğümüz gibi, bilinçsizdir
         II. 17. Şimdi sanırım kişisel güdülerden yola çıkarak sağlam ve yüksek bilim ile hiçbir ilgisinin olmadığını kibirle ileri süren bir yazarın uyarısını izlemekten büyük ölçüde kazançlı çıkacağız. Benimiz dediğimiz şeyin yaşamda özsel olarak edilgin davrandığını, ve onun anlatımına göre bilinmeyen ve denetlenemez güçler tarafından ‘‘yaşanırız’’ demekten hiçbir zaman bıkıp usanmayan Georg Groddeck’ten söz ediyorum.14 Hepimiz aynı tür izlenimleri edinmişizdir, üstelik bize tüm başkalarının dışlanması düzeyine dek egemen olmamış olsalar da, ve Groddeck’in buluşu için bilimin yapısında bir yer bulma konusunda duraksama göstermemiz gereksizdir. A dizgesinden doğan ve ilkin öbç.li olan varlığa Ben/Ego (das Ich) diyerek, ve ruhsal yapının içine bu varlığın uzandığı ve bç.siz olarak davranan öteki parçasını, Groddeck’in kullanımına göre, O/Id (das Es) olarak adlandırarak bu buluşu dikkate almayı öneriyorum.15
            14[Groddeck (1923).]
            15[Bkz. Editörün Sunuş yazısı, (P.F.L. 11, s. 345.) ] G. Groddeck, Das Buch vom Es. Internationaler Psychonalytischer Verlag, 1923. Groddeck’in kendisi hiç kuşkusuz bu dilbilgisi anlatımını varlığımızda kişisel olmayan ve deyim yerindeyse doğa zorunluğu altında duran yan için kullanma alışkanlığında olan Nietzsche’nin örneğini izledi.
         II. 18. Bu görüşten hem betimleme hem de anlama açısından yararlar sağlayıp sağlayamayacağımızı çok geçmeden göreceğiz. Şimdi bir birey bizim için bilinmeyen ve bilinçsiz bir ruhsal O’dur ki, yüzeyinde ben yerleşmiştir, A-dizgesi çekirdek olarak ondan gelişmiştir. Eğer imgesel bir betimlemesini yapmaya çabalarsak, benin O’yu bütünüyle kuşatmadığını, ama onu ancak A dizgesinin benin yüzeyini oluşturduğu düzeye dek az çok dölüt diskinin yumurta üzerine oturması gibi kuşattığını ekleyebiliriz. Ben O’dan keskin olarak ayrılmış değildir; alttan onunla kaynaşır.
http://www.idea-tr.com/freud_erotik_elestiri/ego_ve_id/Egotur.jpg
II. 19. Ama baskılanmış içerik de O ile kaynaşır, yalnızca onun bir parçasıdır. Baskılanmış içerik ancak baskının dirençleri yoluyla benden keskin olarak koparılır; O yoluyla ben ile iletişim kurabilir. Hemen anlıyoruz ki patolojinin uyarısı üzerine çizdiğimiz sınır çizgilerinin hemen hemen tümü de ruhsal aygıtın yalnızca yüzeysel katmanları ile, bizim tarafımızdan bilinen biricik katmanlar ile ilgilidir. Bu ilişkiler için bir taslak çizge verebiliriz.16 Burada çizgiler hiç kuşkusuz yalnızca betimlemeye hizmet ederler ve hiçbir özel yorum isteminde bulunmazlar. Belki de ekleyebiliriz ki, ben beyin anatomisinden öğrendiğimiz yolda yalnızca bir yanda olan bir ‘‘işitme takkesi’’ giyer. Deyim yerindeyse, onu çarpık takar.17
            16[Yeni Giriş Dersleri (1933a), 31’inci Dersin sonlarına doğru biraz değişik bir çizge vardır, P.F.L., 2, 111. Düşlerin Yorumu’ndaki (1900a, P.F.L., 4, 690) bütünüyle ayrı çizge ve Fließ’e 6 Aralık 1896 mektubunda (Freud, 1950a, Mektup 52) bunu önceleyen çizge yapı ile olduğu gibi işlev ile de ilgilidir.]
17[Freud burada ‘Wernicke’nin alanını (Wernicke, 1900), beynin konuşmayı anlama işlevi ile ilgilenen üst işitsel lobu düşünüyor olabilir. Bkz. yukarıda dipnot 10.]
         II. 20. Benin O’nun A-Bç aracılığı altında dışsal dünyanın doğrudan etkisi tarafından değişkiye uğratılmış parçası olduğunu, belli bir ölçüde yüzey-ayrımlaşmasının bir sürdürülmesi olduğunu görmek kolaydır. Dahası, ben dışsal dünyanın etkisine O ve amaçları üzerinde geçerlik kazandırmakla uğraşır, ve O’da kısıtlanmadan hüküm süren haz ilkesinin yerine olgusallık ilkesini geçirmeye çabalar. Algı Ben için O’da içgüdüye düşen rolü oynar. Tutkuları kapsayan O ile karşıtlık içinde, Ben us ve sağduyu denebilecek olan şeyi temsil eder. Tüm bunlar hepimizin tanıdığı halksal ayrımlar ile bir çizgiye düşer, ama ancak ortalama olarak ya da ideal olarak doğru sayılacaklardır.
         II. 21. Benin işlevsel önemi normal olarak devinebilirliğe yaklaşımlar üzerindeki denetimin ona bağımlı olması olgusunda anlatım kazanır. Böylece O ile ilişki içinde, atın üstün kuvvetini dizginlemesi gereken bir binici gibidir. Aralarındaki biricik ayrım binicinin bunu kendi kuvveti ile yapmaya çalışırken, benin ödünç kuvvetleri kullanmasıdır. Bu andırım bir parça daha ileri götürülebilir. Binicinin atından ayrılmak istemediğinde sık sık onu da gitmek istediği yere götürmekten başka yapacak birşeyinin olmaması gibi,18 Ben de genellikle O’nun istencini sanki kendininmiş gibi eyleme çevirir.
18[Bu andırım Yeni Giriş Dersleri’nde (1933a) yeniden görünür (P.F.L., 2, 109-110. Benzer bir andırım Düşlerin Yorumu’nda (1900a), Freud’un kendi düşlerinden birinde ortaya çıkar, P.F.L., 4, 326.]
II. 22. Benin doğuşunda ve O’dan ayrılışında A dizgesinin etkisinden başka bir etmen daha rol oynamış görünür. Birinin kendi bedeni ve herşeyden önce onun yüzeyi hem dışsal hem de içsel algıların kaynaklanabileceği bir yerdir. Bir başka nesne olarak görülür, ama dokunmaya iki tür duyum üreterek karşılık verir ki bunlardan biri bir iç algıya eşdeğer olabilir. Ruhbilimsel-fizyoloji birinin kendi bedeninin algı dünyasında [başka nesneler arasında] hangi yollarda belirginlik kazandığını yeterince tartışmıştır. Acı da burada bir rol oynuyor görünür, ve acılı hastalıklar sırasında örgenlerin yeni bir bilgisinin kazanılış yolu belki de genel olarak birinin kendi bedeninin bir tasarımına ulaşma yolunun modelidir
II. 23. Ben herşeyden önce bedensel bir bendir; salt yüzeysel bir varlık değil, ama tersine kendisi bir yüzeyin izdüşümüdür.19 Eğer onun için anatomik bir andırım bulmayı istersek onu anotomistlerin ‘‘beyin-insancıkları’’ ile, beyin kabuğunda kafası üstü duran, topuklarına doğru uzanan, geriye bakan ve bilindiği gibi konuşma bölgesini solda taşıyan ‘‘kortikal homonkulus’’ları ile özdeşleştirmek en iyisidir.
19[E.d. ben en sonunda bedensel duyumlardan, başlıca bedenin yüzeyinden kaynaklananlardan türer. Böylece, yukarıda gördüğümüz gibi, ansal aygıtın yüzeyini temsil etmenin yanısıra, bedenin yüzeyinin ansal bir izdüşümü olarak görülebilir. — Bu dipnot Freud’un kendisi tarafından doğrulandığı belirtilerek ilkin 1927 İngilizce çevirisinde verildi. Ama Almanca yayımlarda bulunmaz.]*
         II. 24. Benin bilinç ile ilişkisini yineleyerek ele aldık; gene de burada yeniden betimlenmesi gereken birkaç önemli olgu vardır. Toplumsal ya da törel bir değerlendirme tarafından belirlenen bakış açısını gittiğimiz her yere yanımızda götürme gibi bir alışkanlığımız olduğu için, alt tutkuların etkinliklerinin bilinçsizin alanında yer aldığını işitince şaşırmayız; ama ruhsal işlevler bu değerler cetvelinde ne denli yukarıda duruyorlarsa, bilince güvenilir bir giriş yolu bulmalarının o denli kolay olacağını bekleriz. Ama burada ruhçözümsel deneyim bizi aldatır. Bir yandan başka bakımlardan sıkı derin düşünce gerektiren ince ve güç entellektüel emeğin bile önbilinçli olarak ve bilince çıkmaksızın yerine getirilebileceği konusunda kanıtımız vardır. Bu durumlar bütünüyle ikircimsizdir; söz gelimi uyku sırasında yer alabilirler, ve örneğin biri uyandıktan hemen sonra bir gün önce hiçbir sonuç alamadan uğraşmış olduğu güç bir matematiksel problemin ya da başka bir problemin çözümünü bildiğini görür.20
20Böyle bir durum bana çok yakınlarda kısaca iletildi. Aslında ‘‘düş çalışması’’ betimlememe yönelik bir karşıçıkış olarak getirilmişti. [Bkz. Düşlerin Yorumu (1900a), P.F.L., 4, 131 s. ve 718.]
II. 25. Ama çok daha tuhaf olan bir başka deneyim vardır. Çözümlemelerimizde kendilerinde öz-eleştiri ve duyunç yetilerinin, dolayısıyla genel olarak yüksek değer verilen ruhsal yetilerin bilinçsiz oldukları ve bilinçsiz olarak çok önemli etkiler ürettikleri insanlar olduğunu öğreniriz; çözümlemede direncin bilinçsiz kalışı öyleyse hiçbir biçimde bu türden biricik durum değildir. Ama bizi sağlam eleştirel içgörümüze karşın bir bilinçsiz suçluluk duygusundan21 söz etmeye zorlayan bu yeni deneyim bizi ötekinden çok daha fazla şaşırtır, ve özellikle büyük bir sayıda sinircede bu tür bilinçsiz bir suçluluk duygusunun ekonomik olarak belirleyici bir rol oynadığını ve iyileşme yoluna en güçlü engelleri çıkardığını aşamalı olarak görmeye başladığımız zaman, önümüze yeni bilmeceler çıkarır. Eğer bir kez daha değerler cetvelimize geri dönersek, yalnızca en altta olanın değil ama en yukarıda olanın da bende bilinçsiz olabileceğini söylememiz gerekecektir. Sanki bu yolda bilinçli ben konusunda ileri sürdüğümüz şey, onun herşeyden önce bir beden-ben olduğu görüşü tanıtlanmış gibidir.
21[Bu deyim daha önce Freud’un ‘‘Saplantılı Eylemler ve Dinsel Kılgılar’’ (1907b) üzerine çalışmasında görünmüştü, P.F.L., 13, 37. Ama kavram ‘‘Savunma Nöro-Psikozları’’ (1894a) üzerine ilk denemenin II’nci Kesiminde çok daha önceden imleniyordu.]


III
BEN VE ÜST-BEN (BEN-İDEALİ)
III. 1. Eğer ben yalnızca O’nun algı dizgesinin etkisi tarafından değişkiye uğratılmış bölümü, olgusal dış dünyanın ruhsal yaşamdaki temsilcisi olsaydı, sorun işlerin yalın bir durumu ile ilgili olurdu. Ama sorun biraz daha karışıktır.
         III. 2. Bizi bende bir derecelendirmenin, benin içersinde ben-ideali ya da üst-ben olarak adlandırılabilecek bir ayrımlaşmanın varsayılmasına götüren güdüler başka yerde açıklanmıştır.22 Bunlar henüz geçerlidirler.23 Benin bu parçasının bilinç ile daha az sıkı olarak bağıntılı olması olgusu bir açıklama isteyen yeniliktir.
            22[Bkz. Editörün Sunuş yazısı, (s. 347).] Bkz. Narsissizm (194c), § III. 3 (s. 88), ve Küme Ruhbilimi [P.F.L., 12, 161 ss.].
            23Yalnızca bu üst-bene olgusallık-sınaması işlevini yüklemem yanlış görünür ve bir düzeltmeye gereksinir. [Bkz. Küme Ruhbilimi (1921c), P.F.L., 12, 145. ve Düşler Kuramına Metapsikolojik Bir Ek’e Editörün notu (s. 227). ] Eğer olgusallık-sınaması benin kendisinin görevi olarak kalırsa, bu benin algı dünyası ile ilişkilerine bütünüyle uygun düşer. Benin çekirdeği üzerine biraz belirsizce savunulan daha önceki anlatımların da şimdi düzeltilmesi gerekiyor, çünkü yalnızca A-Bç dizgesi benin çekirdeği olarak anlaşılabilir. [Haz İlkesinin Ötesi’nde (1920g) Freud benin bilinçsiz bölümünden onun çekirdeği olarak söz etmişti (yukarıda § III. 3 vs (s. 289-90)); ve ‘‘Nükte’’ (1927d) üzerine geç denemesinde, P.F.L., 14, 425, üst-benden benin çekirdeği olarak söz etti.]
         III. 3. Bu noktada alanımızı biraz daha genişletmemiz gerekiyor. Melankolinin acı verici rahatsızlığını yitirilen bir nesnenin bende yeniden kuruluşunu, dolayısıyla bir nesne-yatırımının bir özdeşleşme yoluyla değiştirildiğini varsayarak açıklamayı başardık.24 Ama o sıralar bu sürecin tüm imlemini anlamıyor ve nasıl sık ve tipik olduğunu bilmiyorduk. Daha sonra böyle yer değiştirmenin benin şekillenmesinde büyük bir payının olduğunu ve onun karakteri denilen şeyin kuruluşuna özsel bir katkıda bulunduğunu anlamaya başladık.25
            24Yas ve Melankoli (1917e) [§ 13 (s. 257)] .
            25[Freud’un karakter oluşumunu tartıştığı başka pasajlara kimi göndermeler ‘‘Karakter ve Anal Erotizm’’e (1908b) Editörün Sunuş yazısında bulunacaktır, P.F.L., 7, 207 ss.]
         III. 4. Başında, bireyin ilkel oral evresinde, nesne-yatırımı ve özdeşleşme hiç kuşkusuz birbirlerinden ayırdedilmezler.26 Yalnızca daha sonra nesne-yatırımlarının erotik eğilimleri gereksinimler olarak duyumsayan O’dan doğduğunu varsayabiliriz. Başlangıçta henüz zayıf olan ben nesne-yatırımlarının bilgisini kazanır, ve ya onları onaylar ya da baskı süreci yoluyla onları savuşturmaya çalışır.27
            26[Bkz. Küme Ruhbilimi (1921c), Bölüm VII, P.F.L., 12, 134.]
                        27Nesne seçiminin özdeşleşme ile değiştirilmesine ilginç bir koşutluk ilkel insanların besin olarak bedene katılan hayvanların özelliklerinin onları yiyenlerin karakterinin parçası olarak sürdüğü inancında ve buna dayandırılan yasaklarda kapsanır. Bilindiği gibi bu inanç yamyamlığın temellerine de yayılır ve etkileri totem yemek görenekleri dizisi yoluyla kutsal Kommuniona dek sürmüştür. [Bkz. Totem ve Tabu (1912-13.] Bu inanç yoluyla nesne üzerindeki oral egemenliğe bağlanan sonuçlar sonraki eşeysel nesne-seçimi durumunda edimsel olarak kendilerini gösterirler.
         III. 5. Böyle bir eşeysel-nesneden vazgeçmenin zorunlu olduğu durumda seyrek olmamak üzere bir ben başkalaşımı ortaya çıkar ki, melankoli durumunda olduğu gibi, nesnenin bende bir kuruluşu olarak betimlenmelidir; bu yer değiştirmenin daha tam doğasını henüz bilmiyoruz. Belki de ben nesneden vazgeçmeyi oral evrenin düzeneğine bir tür gerileme olan bu içe-yansıtma yoluyla kolaylaştırır ya da olanaklı kılar. Belki de bu özdeşleşme genel olarak O’nun nesnelerinden vazgeçmesinin koşuludur. Her ne olursa olsun, süreç, özellikle erken gelişim evrelerinde, çok sık yer alır ve benin karakterinin vazgeçilmiş nesne-yatırımlarının bir tortusu olduğu ve bu nesne seçimlerinin tarihini kapsadığı görüşünü olanaklı kılabilir. Direnç için değişen yetenek derecelerinin olduğu ve bunun bir kişinin karakterinin erotik nesne seçimlerinin tarihinin etkilerini ne düzeye dek püskürteceğini ya da kabul edeceğini belirlediği doğallıkla başından kabul edilmelidir. Birçok aşk deneyimi olan kadınlarda karakter özelliklerinde nesne yatırımlarının kalıntılarını saptamanın kolay olduğuna inanılır. Nesne-yatırımının ve özdeşleşmenin eşzamanlılığı, dolayısıyla nesneden vazgeçmeden önce yer alan bir karakter değişimi de irdelemeye girer. Bu durumda karakter değişimi nesne ilişkisinden sonra da sürebilmiş ve belli bir anlamda onu saklayabilmiştir.
         III. 6. Bir başka bakış açısından denebilir ki, erotik nesne-seçiminin bendeki bir değişime bu dönüşümü ayrıca benin O üzerinde egemenlik elde edebilmesini ve onunla ilişkilerini derinleştirmesini de sağlayan bir yöntemdir, ama hiç kuşkusuz O’nun deneyimlerine karşı büyük ölçüde uysallık gösterme pahasına. Ben nesnenin özelliklerini üstlendiği zaman, deyim yerindeyse kendini bir sevgi-nesnesi olarak O’ya dayatmakta ve şu sözlerle O’nun yitirdiklerinin yerini doldurmaya çalışmaktadır: ‘‘Bak, nesneye öyle benziyorum ki, beni de sevebilirsin.’’
         III. 7. Burada yer aldığı biçimiyle nesne-libidonun narsissistik libidoya dönüşümü açıktır ki eşeysel hedeflerden bir vazgeçmeyi, bir eşeysizleştirmeyi, dolayısıyla bir tür yüceltmeyi yanında getirir. Aslında bunun yüceltmenin evrensel yolu olup olmadığı, ve ilkin eşeysel nesne-libidoyu narsissistik libidoya dönüştüren ve böylece belki de ona bir başka hedef saptayan tüm yüceltmenin ben aracılığı ile yer alıp almadığı sorusu doğar ve dikkatli bir irdelemeyi hak eder. 28 Daha sonra bu dönüşümden başka içgüdüsel değşinimlerin de doğup doğamayacağını, örneğin biraraya kaynaşmış çeşitli içgüdülerin ayrışmasına götürüp götüremeyeceğini irdeleyeceğiz.29
            28Şimdi ben ve O’nun ayrılmasından sonra, Narsissizm’deki (1914c) anlamda, O’yu libidonun büyük kaynağı olarak kabul ediyoruz [a.y., § I. 4 (s. 67)]. Betimlenen özdeşleşmeler yoluyla bene akan libido onun ‘‘ikincil narsissizm’’ini ortaya çıkarır. [Bu nokta aşağıda § IV. 16 ’da (s. 387) geliştirilir.]
            29[Freud bu noktaya aşağıda geri döner, § IV. 15 (s. 386-7) ve § V. 21 (s. 396). İçgüdülerin kaynaşma ve ayrılmaları kavramı aşağıda s. 381-2’de açıklanır. Terimler daha önce ansiklopedi makalesinde getirilmişlerdi (1923a), P.F.L., 15.] 
III. 8. Gerçi amacımızdan uzaklaşacak olsak da, dikkatimizi bir süre için benin nesne-özdeşleşmelerine yöneltmekten kaçınamayız. Eğer bunlar üstünlüğü ele geçirirler ve sayılarını arttırıp aşırı ölçüde güçlenir ve birbirleri ile geçimsiz olurlarsa, o zaman patolojik sonuç çok yakındır. Bu sonuç tekil özdeşleşmelerin dirençler yoluyla birbirlerinden koparılmalarına bağlı olarak benin bir yarılmasına dek varabilir, ve belki de çok kişiliklilik denilen durumların gizi tekil özdeşleşmelerin sırayla kendinde bilinci ele geçirmeleridir. İşler daha bu noktaya gelmeden önce, benin dağıldığı değişik özdeşleşmeler arasındaki çatışmalar teması ortada kalır — çatışmalar ki, en sonunda bütünüyle patolojik olarak betimlenemezler.
III. 9. Ama, karakterin vazgeçilmiş nesne-yatırımlarının etkilerine karşı daha sonraki direnme yeteneği nasıl şekillenirse şekillensin, en erken yaşlarda doğan ilk özdeşleşmelerin etkileri genel ve kalıcı olacaktır. Bu bizi geriye ben-İdealinin doğuşuna götürür, çünkü onun arkasında bireyin ilk ve en anlamlı özdeşleşmesi, kendi kişisel tarih-öncesinin babası ile özdeşleşmesi gizlenir.30 Bu ilkin bir nesne-yatırımının vargısı ya da sonucu olarak görünmez; doğrudan ve dolaysız bir özdeşleşmedir ve her nesne-yatırımından daha önce yer alır.31 Ama ilk eşeysel döneme ait ve anne ve baba ile ilgili olan nesne-seçimleri normal süreçte sonucunu böyle özdeşleşmede buluyor ve böylelikle birincil özdeşleşmeyi güçlendiriyor görünür.
            30Belki de ‘‘ebeveynler/Eltern’’ ile demek daha az sakıncalı olacaktır, çünkü eşeysel ayrım konusunda, penis yokluğu konusunda güvenilir bilginin eksikliğinde baba ve anne ayrı olarak değerlendirilemezler. Genç bir evli kadının yakınlarda işittiğim öyküsünden kendisinin penis yoksunluğunu anladıktan sonra bu örgene iyeliğin tüm kadınlarda değil ama yalnızca aşağı görülenlerde eksik olduğunu sandığını öğrendim. Annesinin böyle bir örgeni taşıdığını düşünüyordu. [Bkz. ‘‘Çocuk Genital Örgütlenmesi’’ (1923e), P.F.L., 7, 311 n. 2.] Daha yalın açımlama uğruna yalnızca baba ile özdeşleşmeyi ele alacağım.
            31[Bkz. Küme Ruhbilimi (1921c), P.F.L., 12, 134.] 
III. 10. Gene de bu ilişkiler öylesine karışıktır ki, daha ayrıntılı betimlemeye girmek zorunludur. Bu karışıklıktan sorumlu olan iki etmen vardır, ve bunlardan birincisi Ödipus durumunun üçgen düzeni ve bireyin yapısal iki-eşeyselliğidir.
III. 11. Yalınlaştırılmış durum erkek çocuk açısından şu yolda şekillenir: Çok erken yaşta çocuk anne için bir nesne-yatırımı geliştirir ki, başlangıcını anne memesinden alır ve dayanma-tipine göre bir nesne-seçiminin temsil edici örneğini gösterir;32 çocuk babasını özdeşleşme yoluyla ele alır. Her iki ilişki bir süre yanyana gider, ve bu anneye yönelik eşeysel dileklerin güçlenmesi ve babanın bunlara bir engel olduğunun algılanması yoluyla Ödipus karmaşasının ortaya çıkmasına dek sürer.33 Baba ile özdeşleşme şimdi düşmanca bir ton kazanır, ve babadan kurtulma ve böylece annenin yanında yerini alma dileğine dönüşür. Bundan böyle baba ile ilişki iki-değerlidir; öyle görünür ki, sanki özdeşleşmede baştan kapsanan iki-değerlilik belirtik olmuştur. Babaya karşı iki-değerli tutum ve anneye karşı salt sevecen nesne-ilgisi erkek çocukta yalın olumlu Ödipus karmaşasının içeriğini oluşturur.
            32[Bkz. Narsissizm (1914c), § II. 12 (s. 81 ss). ] 
            33Bkz. ‘‘Küme Ruhbilimi ve Ben-Çözümlemesi’’ (1921c), VII. 
III. 12. Ödipus karmaşasının yıkılışında, anneye yönelik nesne-yatırımından vazgeçmek zorunlu olur. Yeri iki şeyden biri tarafından, ya annesi ile bir özdeşleşme tarafından ya da baba özdeşleşmesinin bir güçlenmesi tarafından alınabilir. Genellikle ikinci sonucu daha normal olarak görme eğilimindeyizdir; anne ile sevecen ilişkinin belli bir ölçüde korunmasına izin verir. Böylece Ödipus karmaşasının çözülüşü34 yoluyla çocuğun karakterindeki erillik bir pekişmeye uğrar. Bütünüyle andırımlı bir yolda,35 Ödipus tutumu küçük bir kız çocuğunda anne özdeşleşmesinin bir güçlenmesine (ya da ilk kez böyle bir özdeşleşmenin yerleşmesine) geçebilir ki, çocuğun dişil karakterini saptar.
34[Bkz. bu başlığı taşıyan çalışma (1924d). Freud bunda sorunu daha tam olarak tartışır. (P.F.L., 7, 315ss.]
            35[Freud Ödipus karmaşasının sonucunun kız ve erkek çocuklarda ‘‘bütünüyle andırımlı bir yolda’’ olduğu düşüncesini bundan kısa bir süre sonra terketti. Bkz. ‘‘Eşeyler Arasındaki Anatomik Ayrımların Kimi Ruhsal
III. 13. Bu özdeşleşmeler beklentilerimize karşılık düşmezler, çünkü vazgeçilen nesneyi bene getirmezler; ama bu sonuç da ortaya çıkabilir, ve kız çocuklarda erkek çocuklarda olduğundan daha kolay gözlenir. Çözümleme çok sık olmak üzere küçük bir kızın bir sevgi-nesnesi olarak babasını bırakmak zorunda kaldıktan sonra, erilliğini öne çıkaracağını ve kendini annesi ile olmaktan çok babası ile, dolayısıyla yitmiş olan nesne ile özdeşleştireceğini gösterir. Bu açıktır ki eril yatkınlığın — bu neden oluşursa oluşsun — yeterince güçlü olup olmadığına dayanacaktır. III. 14. Bu yüzden öyle görünür ki, Ödipus durumunun sonucunun baba ile mi yoksa anne ile mi bir özdeşleşme olacağını belirleyen şey her iki eşeyde de eşeysel yatkınlıkların göreli güçlerine bağımlıdır. İki-eşeyselliğin Ödipus karmaşasının yazgılarına karışma yollarından biri budur. Öteki daha da önemlidir. Çünkü yalın Ödipus karmaşasının hiçbir biçimde en sık görülen biçim olmadığı, tersine bir yalınlaştırmaya ya da şemalaştırmaya karşılık düştüğü ve bunun hiç kuşkusuz kılgısal amaçlar için yeterince sık olarak aklandığı izlenimini ediniriz. Daha yakın araştırma çoğunlukla daha tam Ödipus karmaşasını açığa serer ki, olumlu ve olumsuz bir karmaşa olarak ikilidir ve çocukların kökensel iki-eşeyselliğine bağımlıdır; daha açık bir deyişle, erkek çocuk yalnızca babaya karşı iki-değerli bir tutumu ve anneye karşı sevecen bir nesne-seçimi tutumu göstermekle kalmaz, ama aynı zamanda bir kız gibi davranarak babaya karşı sevecen bir dişi tutumu ve anneye karşı karşılık düşen bir kıskançlık ve düşmanlık tutumu gösterir. İlk nesne-seçimleri ve özdeşleşmelerle ilgili olguları duru olarak görmeyi böylesine güçleştiren ve onları anlaşılır olarak betimlemeyi ise daha da güçleştiren şey iki-eşeyselliğin böyle bir araya girişidir. Giderek olabilir ki anne-baba ile ilişkide anlatım bulan iki-değerliliğin bütünüyle iki-eşeyselliğe bağlanması gerekir ve — yukarıda betimlediğim gibi — hasımlık tutumu yoluyla özdeşleşmeden gelişmiş olmayabilir.36

36[Freud’un iki-eşeyselliğin önemine inancı çok eskilere gider. Örneğin Üç Deneme’nin (1905d) ilk yayımında şunları yazdı: ‘‘İki-eşeyselliği göz önüne almadan erkeklerde ve kadınlarda edimsel olarak gözlenen eşeysel anlatımları anlamak kolay kolay olanaklı olmazdı.’’ (P.F.L., 7, 142.) Ama daha da önce, bu konuda üzerinde büyük etkisi olan Fließ’e bir mektubundaki bir pasajda hemen hemen bu pargrafı önceliyor görünen sözler buluruz (Freud, 1950a, Mektup 133, 1 Ağustos 1899): ‘‘İki-eşeysellik! Eminim ki bu konuda haklısın. Ve kendimi her eşeysel edimi dört birey arasındaki bir olay olarak görmeye alıştırıyorum.’’]
III. 15. Sanırım tam Ödipus durumunun varoluşunu genel olarak kabul etmek ve sinirceliler durumunda ise bütünüyle özel olarak kabul etmek yerinde olacaktır. Çözümleme deneyimleri o zaman bir dizi durumda şu ya da bu bileşenin güçlükle seçilebilir izler dışında yittiğini gösterir, öyle ki sonuç bir ucunda normal, olumlu ve öteki ucunda evrik, olumsuz Ödipus karmaşasının durduğu, ve bu arada ara üyelerin ise iki bileşenin eşitsiz paylaşımı ile tam biçimi sergiledikleri bir dizinin ortaya çıkması olur. Ödipus karmaşasının çözülüşü durumunda kapsadığı dört eğilim öyle bir yolda kümeleşeceklerdir ki, bunlardan bir baba özdeşleşmesi ve bir anne özdeşleşmesi ortaya çıkacaktır; baba özdeşleşmesi olumlu karmaşanın anne-nesnesini saklayacak ve eşzamanlı olarak evrik karmaşanın baba-nesnesinin yerini alacaktır; anne özdeşleşmesi için de durum eşkonumlu olarak geçerli olacaktır. Her iki özdeşleşmenin değişik yeğinliklerdeki belirginliği iki eşeysel yatkınlığın eşitsizliğini yansıtacaktır.
III. 16. Böylece Ödipus karmaşasının egemenliği altındaki eşeysel evrenin en genel sonucu bendeki bir tortu olarak alınabilir, ki herhangi bir yolda birbirleri ile birleşmiş bu iki özdeşleşmenin yerleşmesinden oluşur. Bu ben-başkalaşımı özel konumunu korur, ve ben-ideali ya da üst-ben olarak benin arta kalan içeriğinin karşısına çıkar.
         III. 17. Ama üst-ben yalın olarak O’nun en ilk nesne-seçimlerinin bir kalıntısı değildir; tersine, onlara karşı enerjik bir tepke-oluşumuna anlatım verir. Ben ile ilişkisi şu uyarı tarafından bütünüyle belirtilmiş olmaz: ‘Böyle (baban gibi) olman gerek’; ayrıca şu yasağı da kapsar: ‘Böyle (baban gibi) olmayabilirsin,’ eş deyişle, ‘yaptığı herşeyi yapmayabilirsin; pekçok şey onun ayrıcalığıdır.’ Ben-idealin bu çifte görünüşü ben-idealin Ödipus karmaşasının baskılanması için çabalamış olması olgusundan türer; giderek, ortaya çıkışını bile bu devrime borçludur. Açıktır ki Ödipus karmaşasının baskılanması hiç de kolay bir görev değildi. Çocuğun büyükleri, özellikle baba, Ödipus dileklerinin edimselleşmesine karşı engel olarak görüldüğünden, çocuk beni baskının yerine getirilmesi için aynı engeli kendi içinde kurarak kendini güçlendirdi. Bunu yapacak gücü bir bakıma babadan ödünç aldı, ve bu borçlanma olağanüstü ağırlığı olan bir edimdir. Üst-ben babanın karakterini sürdürür, ve Ödipus karmaşası ne denli güçlü olmuşsa, baskılanması (yetkenin, din öğretiminin, eğitimin, okumanın etkisi altında) ne denli hızlı yer almışsa, daha sonra üst-benin duyunç olarak, belki de bilinçsiz suçluluk duygusu olarak ben üzerindeki egemenliği o denli güçlü olacaktır. — Bu egemenlik için, kendini kesin buyrum olarak anlatan bu zorlayıcı karakter için gücün nereye dayandığı konusunda birazdan [§ V. I. (s. 389)] bir yaklaşım sunacağım.
         III. 18. Eğer üst-benin ortaya çıkışını betimlediğimiz biçimiyle bir kez daha göz önüne alırsak, çok önemli iki yaşambilimsel etmenin sonucu olduğunu anlarız: İnsanda çocukluk döneminin uzun süreli çaresizlik ve bağımlılığı, ve Ödipus karmaşası olgusu, ki bunu ilibidinal gelişimin gizlilik dönemi tarafından kesintiye uğratılması ile ve böylece eşeysel yaşamının iki-evreli başlangıcı ile bağladık.37 Ruhçözümsel bir önsava göre,38 görünürde belirli olarak insana özgü olan bu son yan buzul çağı tarafından zorunlu kılınan ekinsel gelişimin bir kalıtıdır. Buna göre, üst-benin benden ayrılması bir olumsallık sorunu değildir; hem bireyin hem de türün gelişiminin en önemli özelliklerini temsil eder, ve giderek ebeveynlerin etkisine sürekli anlatım vererek kökenini borçlu olduğu etmenlerin varoluşunu ölümsüzleştirir.
            37[Bu tümce İngilizce metinde Freud’un kesin buyruklarına uygun olarak biraz değiştirilmiş biçimi altında şöyle verildi: ‘‘Eğer üst-benin ortaya çıkışını betimlediğimiz biçimiyle bir kez daha göz önüne alırsak, biri yaşambilimsel ve öteki tarihsel olmak üzere çok önemli iki etmenin sonucu olduğunu anlayacağız: İnsanda çocukluk dönemindeki çaresizlik ve bağımlılığın uzun sürmesi, ve Ödipus karmaşası, ki bunun baskılanmasının ilibidinal gelişimin gizlilik dönemi tarafından kesintiye uğratılması ile ve böylece insanın eşeysel yaşamının iki-evreli başlangıcı ile bağıntılı olduğunu gösterdik.’’ Almanca yayımlar bir takım nedenlerle ilk biçimi korudular.]
            38[Düşünce Ferenczi (1913a) tarafından ortaya atıldı. Freud bu düşünceyi Engellemeler, Belirtiler ve Endişe (1926d), X’uncu Bölümün sonlarına doğru biraz daha kararlı olarak kabul ediyor görünür.] 
III. 19. Ruhçözümleme sık sık insandaki daha yüksek, ahlaksal, kişisel-üstü yan ile ilgilenmemekle suçlanmıştır. Suçlama iki kez, hem tarihsel hem de yöntemsel olarak haksızdır. Çünkü ilk olarak daha başından baskıyı başlatma işlevini bendeki ahlaksal ve estetik öğelere yükledik; ve ikincisi, ruhçözümsel araştırmanın felsefi bir dizge gibi tamamlanmış ve bitirilmiş bir kuramsal yapı üretemeyeceği, ama ruhsal karışıklıkları anlama yolunda hem normal hem de anormal fenomenlerin çözümsel bir kesimlemesi yoluyla adım adım ilerlemek zorunda olduğu olgusu gözardı edilir. Ruhsal yaşamda baskılanmışın incelemesi ile uğraşmamız gerektiği sürece, insandaki yüksek yanın nerelerde olduğu konusundaki heyecanlı kaygıları paylaşmamızın hiçbir gereği yoktu. Ama şimdi, benin çözümlemesi girişiminde bulunduğumuza göre, törel bilinçleri sarsılmış olan ve insanda herşeye karşın yüksek bir özün olması gerektiği yolunda yakınan herkese bir yanıt verebiliriz: ‘Elbette,’ diyebiliriz, ‘ben-ideali ya da üst-ben, büyüklerimizle ilişkilerimizin temsilcisi bu yüksek özdür. Küçük birer çocukken bu yüksek özleri tanıdık, onlara hayran olduk, onlardan korktuk; daha sonra onları kendimiz üstlendik.’
III. 20. Ben-ideali öyleyse Ödipus karmaşasının kalıtçısıdır ve böylece O’nun en güçlü dürtülerinin ve en önemli libidinal değşinimlerinin de anlatımıdır. Bu ben-idealin kuruluşu yoluyla ben Ödipus karmaşasına egemen olmuş ve eşzamanlı olarak kendini O’ya altgüdümlü kılmıştır. Ben özsel olarak dışsal dünyanın, olgusallığın temsilcisi iken, üst-ben içsel dünyanın, O’nun sözcüsü olarak onun karşısına çıkar. Ben ve ideal arasındaki çatışmalar, şimdi bulmaya hazır olduğumuz gibi, en sonunda olgusal ve ruhsal arasındaki, dışsal dünya ve içsel dünya arasındaki karşıtlığı yansıtacaklardır.
         III. 21. Yaşambilimin ve insan türünün değşinimlerinin O’da yol açtığı ve arkada bıraktığı şeyler ideal oluşumu yoluyla ben tarafından üstlenilir ve onda bireysel olarak yeniden yaşanır. Ben-ideali, oluşum tarihinin bir sonucu olarak, bireyin soygelişimsel kazanımı ile, arkaik kalıtı ile sonu gelmez ilişkiler içinde durur. Bireysel ruhsal yaşamın en derin bölümüne ait olmuş olan şey ideal oluşumu yoluyla bizim değerlerimize göre insan ruhunun en yüksek parçasına dönüşür. Ama ben-idealini yerini benin yerinin saptanmasına39 benzer bir yolda bile olsa bulmaya çalışmak, ya da onu ben ve O ilişkisini imgelemeye çalışırken yararlandığımız eğretilemelerden birine uydurmaya çalışmak boşuna olacaktır.
            39[Buna göre üst-ben II. 18’deki (s. 363) çizgeye katılmamıştır. Gene de Yeni Giriş Dersleri (1933a), 31’inci Dersteki bir çizgede ona bir yer verilir, P.F.L., 2, 111.] 
III. 22. Ben-idealinin insanın yüksek doğasına yönelik tüm istemler açısından yeterli olduğunu göstermek kolaydır. Baba özlemi için bir almaşık oluşumu olarak, tüm dinlere kaynaklık etmiş olan tohumu kapsar. Kendi ideali ile karşılaştırıldığında benin yetersizliğini bildiren yargı özlem içinde inanan insana dayanak olan dinsel alçakgönüllülük duygusunu verir. Gelişimin daha öte ilerleyişinde, öğretmenler ve yetkeyi temsil eden başkaları baba rolünü sürdürmüşlerdir; buyrukları ve yasakları ideal-bende güçlü kalır ve bundan böyle duyunç olarak ahlaksal sansür uygular. Duyuncun istemleri ve benin yaptıkları arasındaki gerginlik suçluluk duygusu olarak duyumsanır. Toplumsal duygular aynı ben-idealleri zemininde başkaları ile özdeşleşmeler üzerine dayanır.
III. 23. Din, ahlak ve toplumsal duygu — insanda yüksek olanın bu başlıca içeriği40 — kökensel olarak bir ve aynı şeydi. Totem ve Tabu’da ileri sürdüğüm bir önsava göre, bunlar soygelişimsel olarak baba-karmaşasından kazanıldılar: Asıl Ödipus karmaşasının denetlenmesi süreci yoluyla din ve törel kısıtlama, ve o sıralar daha genç kuşağın üyeleri arasında arta kalan hasımlığın yenilmesi için zorunluk yoluyla toplumsal duygu. Tüm bu törel kazanımlarda erkek eşey önden gitmiş, ve çapraz kalıtım onları kadınlara iletmiş görünür. Toplumsal duygular bireyde bugün bile kardeşlere karşı kıskanç hasımlık dürtüleri üzerine kurulmuş bir üstyapı olarak doğarlar. Düşmanlık doyurulamayacağı için, önceki hasımlarla bir özdeşleşme gelişir. Ilımlı eşcinsellik durumları üzerine gözlemler bu özdeşleşmenin de saldırgan-düşmanca tutumun yerini alan bir sevecen nesne-seçimine almaşık olduğu kuşkusunu destekler.41
40Bilim ve sanatı burada bir yana bırakıyoruz.
41Bkz. Küme Ruhbilimi (1921c) [P.F.L., 12, 151] ve Kıskançlık, Paranoya ve Eşeyesellikte Kimi Sinirce Düzenekleri Üzerine [P.F.L., 10, 206-7]. 
III. 24. Ama soygelişimden söz edilmesi yeni öyle sorunların doğmasına götürür ki, bunların yanıtlarından ürküp geri çekilme isteği doğar. Ama bunun bir yararı yoktur ve girişim göze alınmalıdır, üstelik bütün çabamızın yetersizliğini açığa vuracağı korkusuna karşın. Soru şudur: O erken günlerde baba-karmaşasından din ve törelliği kazanan kimdi, ilkel insanın beni mi yoksa O’su mu? Eğer beni idiyse, niçin yalnızca bendeki bir kalıttan söz etmeyiz? Eğer O idiyse, bu O’nun karakterine nasıl uyar? Yoksa ben, üst-ben ve O ayrımlaşmasını geriye böyle erken zamanlara götürmeyi göze almamalı mıyız? Ya da dürüstçe bendeki süreçlere ilişkin bütün anlayışımızın soygelişimi anlamada hiçbir yardımının olmadığını ve ona uygulanabilir olmadığını itiraf etmemiz gerekmez mi?
         III. 25. İlk olarak yanıtlaması en kolay olanı yanıtlayalım. Ben ve O ayrımlaşması yalnızca ilkel insana değil ama çok daha yalın dirimli varlıklara da yüklenmelidir, çünkü dışsal dünyanın etkisinin zorunlu anlatımıdır. Üst-benin tam olarak totemizme götüren yaşantılardan kaynaklandığını kabul ediyoruz. O yaşantıların ve kazanımların benin mi yoksa O’nun mu payına düştükleri sorusu hemen geçersizleşir. İlk irdeleme bize O’nun ona dış dünyayı temsil eden ben yoluyla olmanın dışında hiçbir dış değşinime uğrayamayacağını ya da böyle birşey yaşayamayacağını gösterir. Gene de bende doğrudan bir kalıttan söz edilemez. Burada olgusal bir birey ile tür kavramı arasındaki uçurum açığa çıkar. Dahası, ben ve O arasındaki ayrımın çok katı olarak alınmaması, ve benin O’nun özel olarak ayrımlaşmış bir parçası olduğunun unutulmaması gerekir. Benin yaşantıları ilkin kalıtım için yitmiş görünürler; ama, ardışık kuşaklar boyunca birçok bireyde yeterince sık ve yeterince güçlü olarak yinelendikerinde, kendilerini deyim yerindeyse O’nun yaşantılarına dönüştürürler ki, bunların izlenimleri kalıtım yoluyla saptanır. Böylece kalıtlanabilme yeteneğindeki O kendi içinde sayısız ben-varoluşunun artıklarını saklar; ve ben üst-benini O’dan yarattığı zaman, belki de yalnızca eski ben şekillerini yeniden orta çıkarmakta, onları yeniden dirilişe getirmektedir.
         III. 26. Üst-benin ortaya çıkış tarihi benin O’nun nesne-yatırımları ile erken çatışmalarının onların ardılları ile, üst-ben ile çatışmalarda nasıl sürdürülebileceğini açıklar. Eğer ben Ödipus karmaşasını denetlemede kötü sonuç almışsa, bu karmaşanın O’dan kaynaklanan erke-yatırımı ben-idealinin tepki oluşturmasında yeniden etkili olacaktır. Bu idealin bu bç.siz içgüdüsel dürtülerle yaygın iletişimi idealin kendisinin nasıl büyük ölçüde bilinçsiz ve ben tarafından erişilemez kaldığı bilmecesini çözer. Bir zamanlar en derin katmanlarda gürültü patırtı koparmış ve hızlı yüceltme ve özdeşleşme yoluyla bir sona erdirilememiş olan savaşım tıpkı Kaulbache’nin tablosundaki Hunların çarpışmaları gibi şimdi daha yüksek bir bölgede sürdürülür.42
48[This was the battle, usually known as the Battle of Chalons, in which, in 451, Attila was defeated by the Romans and Visigoths. Wilhelm von Kaulbach (1805-74) made it the subject of one of his mural decorations, originally painted for the Neues Museum in Berlin. In this the dead warriors are represented as continuing their fight in the sky above the battlefield, in accordance with a legend that can be traced back to the sixth-century Neo-Platonist, Damascius.]

IV
İÇGÜDÜLERİN İKİ SINIFI
IV. 1. Daha önce demiştik ki, eğer ruhsal varlığı bir O, bir ben ve bir üst-ben olarak ayrımlaştırmamız bilgimizde bir ilerleme anlamına geliyorsa, bunun kendini ruhsal yaşamdaki dinamik ilişkileri daha derinlemesine anlamanın ve daha iyi betimlemenin aracı olarak da göstermesi gerekir. Yine daha önce açıkça belirttik ki, ben algının tikel etkisi altında durur, ve kabaca algıların ben için içgüdülerin O için taşıdığı aynı anlamı taşıdıkları söylenebilir. Aynı zamanda ben de tıpkı O gibi içgüdülerin etkisi altında kalır, ve aslında onun yalnızca özel olarak değişkiye uğramış bir bölümüdür.
         IV. 2. İçgüdüler üzerine kısa bir süre önce (Haz İlkesinin Ötesi’nde) bir görüş geliştirdim ve burada ona bağlı kalacağım ve onu daha öte tartışmalarım için temel alacağım. Bu görüşe göre iki içgüdü türü ayırdetmemiz gerekir ki bunlardan biri, eşeysel içgüdüler ya da Eros, çok daha belirgindir ve incelemeye açıktır. Yalnızca asıl engellenmemiş eşeysel içgüdüyü ya da ondan türetilen amaçta-engellenmiş ya da yüceltilmiş içgüdüsel dürtüleri değil ama ayrıca öz-sakınım içgüdüsünü de kapsar ki, bunu bene yüklememiz gerekir ve çözümleme çalışmasının başında onu eşeysel nesne-içgüdülerinin karşısına koymak için geçerli nedenlerimiz vardı. İkinci içgüdü türünü göstermek güçlükler yarattı; sonunda sadizmi onun temsilcisi olarak görmeye başladık. Yaşambilim tarafından desteklenen kuramsal irdelemeler temelinde, bir ölüm içgüdüsü varsayımını ortaya koyduk ki, görevi örgensel yaşamı dirimsiz duruma geri götürmektir; bu arada Eros ise, parçacıklara dağılmış dirimli tözün sürekli olarak daha da kapsamlı bir toparlanması yoluyla yaşamı karışık bir düzeye yükseltme ve doğal olarak aynı zamanda saklama hedefini izler. Böylelikle her iki içgüdü de sözcüğün en sağın anlamında tutucu olarak davranırlar, çünkü her ikisi de şeylerin yaşamın doğuşu ile bozulmuş olan bir durumunu yeniden kurmaya çabalarlar. Yaşamın doğuşu böylece yaşamın sürmesinin ve aynı zamanda ayrıca ölüme doğru çabanın nedeni olurken, yaşamın kendisi bu iki eğilim arasındaki bir kavga ve uzlaşma olur. Yaşamın kökeni sorunu kozmolojik bir sorun olarak kalırken, yaşamın erek ve niyetine ilişkin soru ikicilik terimlerinde yanıtlanacaktır.43
            43[Bkz. aşağıda dipnot 51.] 
         IV. 3. Bu iki içgüdü türünden her birine tikel bir fizyolojik süreç (yapım ve yıkım metabolizmaları) bağlanacaktır; her iki içgüdü türü de dirimli tözün her parçasında ama gene de eşitsiz karışımlarda etkin olacak, ve böylece tek bir töz Eros’un başlıca temsilcisi olabilecektir.
         IV. 4. Her iki türden içgüdünün birbirleri ile hangi yollarda birleştikleri, karıştıkları ve kaynaştıkları henüz bütünüyle anlaşılmaz kalmayı sürdürür; ama bunun düzenli olarak ve çok geniş olarak yer aldığı önümüzdeki bağlamda vazgeçilemez bir varsayımdır. Tek-gözecikli öğesel örgenliklerin çok-gözecikli dirimli varlıklara birleşmelerinin bir sonucu olarak, tekil gözeciğin ölüm içgüdüsünü yansızlaştırmak ve yokedici dürtüleri tikel bir örgen aracılığıyla dışsal dünyaya saptırmak olanaklı olur. Bu örgen kas aygıtı olacaktır ve ölüm içgüdüsü şimdi — ama büyük bir olasılıkla bölümsel olarak — yoketme içgüdüsü olarak dış dünyaya ve başka dirimli varlıklara yöneltilecektir.44
            44[Freud buna ‘‘Mazoşizmin Ekonomik Sorunu’’nda yeniden döner, § 11 (s. 418). ]
         IV. 5. İki içgüdü sınıfının bir karışımı düşüncesini bir kez kabul eder etmez, bunların — az ya da çok tamamlanmış — bir ayrışmaları olanağı bize kendini dayatır.45 Eşeysel içgüdünün sadistik bileşeninde önümüzde amaca hizmet eden bir içgüdü-karışımının klasik örneğini buluruz; ve kendini bir sapıklık olarak bağımsız kılan sadizm ise hiç kuşkusuz aşırı uçlara dek götürülmemiş bir ayrışmanın modelini sunacaktır. O zaman önümüze henüz bu ışıkta irdelenmemiş olguların büyük bir alanını görme olanağı açılır. Yoketme içgüdüsünün boşaltma amaçları için düzenli olarak Eros’un hizmetine getirildiğini anlarız; ve sara nöbetinin bir içgüdüsel ayrışmanın ürünü ve belirtisi olduğundan kuşkulanmaya başlarız;46 ve birçok ağır sinircenin, örneğin saplantı sinircelerinin sonuçları arasında içgüdüsel ayrışmanın ve ölüm içgüdüsünün ortaya çıkışının özel bir dikkate değer olduğunu anlayabiliriz. Hızlı bir genelleme yaparak, bir libido gerilemesinin — örneğin genital evreden sadistik-anal evreye gerilemenin — özünün bir içgüdü ayrışması üzerine dayandığını, ve evrik olarak daha erken bir evreden kesin genital evreye ilerlemenin erotik bileşenlerin bir desteği tarafından koşullandırıldığını varsayabiliriz.47 Ayrıca sinircenin yapısal eğiliminde çok sık olmak üzere güçlenmiş olarak bulduğumuz düzenli iki-değerliliğin bir ayrışmanın ürünü olarak görülüp görülemeyeceği sorusu doğar; ama iki-değerlilik öylesine kökenseldir ki, tersine henüz tamamlanmamış bir içgüdü karışımı olarak kabul edilmelidir.
            45[Bkz. yukarıda § III. 7 (s. 369). Aşağıda sadizm ile ilgili noktalara Haz İlkesinin Ötesi’nde kısaca değinilir, s. 327.]
            46[Bkz. Freud’un Dostoyevski’nin nöbetleri üzerine geç denemesi (1928b), P.F.L., 14, 441 ss.] 
            47[Freud bu noktaya Engellemeler, Belirtiler ve Endişe’de (1926d) yeniden geri döner, P.F.L., 10, 268 vs.] 
         IV. 6. İlgimiz doğallıkla bir yanda ben, üst-ben ve O’nun varsayımsal oluşumları ve öte yanda iki içgüdü türü arasında öğretici bağıntıların olup olamayacağı, ve dahası, ruhsal süreçlere egemen olan haz ilkesine her iki içgüdü türüne ve ruhsal ayrımlaşmalara karşı kararlı bir konum yükleyip yükleyemeyeceğimiz gibi sorulara yönelir. Ama bu tartışmaya girmeden önce sorunun kendisinin anlatımına yönelik bir kuşkuyu gidermemiz gerekir. Açıktır ki haz ilkesi konusunda hiçbir kuşkuya yer yoktur ve benin düzenlenişi klinik aklamalar üzerine dayanır; ama iki içgüdü türü arasındaki ayrım yeterince inandırıcı görünmez ve klinik çözümleme olgularının böyle bir ayrım istemini geçersiz kılması olanaklıdır.
         IV. 7. Böyle bir olgu var gibi görünür. İki içgüdü türü arasındaki karşıtlık için sevgi ve nefret kutupsallığını ortaya getirebiliriz.48 Eros’un bir temsilcisini bulmada hiçbir sıkıntıya düşmeyiz; buna karşı, yakalaması güç olan ölüm içgüdüsü için kendisine nefret tarafından yol gösterilen yoketme içgüdüsünde bir temsilci bulabilirsek bundan büyük hoşnutluk duymamız gerekir. Şimdi, klinik gözlem yalnızca nefretin beklenmedik ölçüde düzenli olarak sevginin eşliğinde olduğunu (iki-değerlilik) değil, yalnızca insan ilişkilerinde nefretin sık sık sevginin bir önhabercisi olduğunu değil, ama ayrıca bir dizi durumda nefretin sevgiye ve sevginin nefrete dönüştüğünü de gösterir. Eğer bu dönüşüm salt zamansal bir ardışıklıktan daha çoğu ise, öyleyse eğer bir yer değişimi [Ablösung] ise, o zaman açıktır ki erotik içgüdüler ve ölüm içgüdüleri arasındaki denli temel bir ayrımın, karşıt yönlerde işleyen fizyolojik süreçleri varsayan bu ayrımın altındaki zemin çekilir.
            48[Aşağıdakiler için bkz. İçgüdüler ve Yazgıları’nda (1915c) s. 134-8, ve ayrıca Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları (1930a), P.F.L., 12, 298 ss., ve 308 ss.] 
         IV. 8. Şimdi birinin aynı kişiyi ilkin sevmesi ve sonra ondan nefret etmesi — ya da tersi — ve bunu o kişi ona bunun için bir fırsat verdiği için yapması durumu açıktır ki sorunumuzu ilgilendirmez. Ve henüz belirtik olmayan sevgi duygularının kendilerini ilkin düşmanlık ve saldırganlık eğilimleri yoluyla anlatmaları durumu da ilgilendirmez, çünkü burada nesne-yatırımında yokedici bileşen atak davranmış ve erotik bileşen ancak daha sonra ona katılmış olabilir. Ama sinirceler ruhbiliminde birçok durum biliriz ki bunlarda bir dönüşümün yer aldığını varsaymak çok daha usayatkındır. Paranoia persecutoriada hasta kendini belirli bir kişiye özel bir yolda aşırı güçlü bir eşcinsel bağlılıktan uzak tutar; ve sonuç çok sevdiği bu kişinin onun peşini bırakmayan birine dönmesidir ki, hastanın sık sık tehlikeli olan saldırganlığı ona karşı yönelir. Burada önceden sevgiyi nefrete dönüştürmüş olan bir evreyi araya sokma hakkımız vardır. Eşcinselliğin, ama ayrıca eşeysizleştirilmiş toplumsal duyguların ortaya çıkışı durumunda, çözümleme araştırması ancak yakınlarda bize saldırgan eğilimlere götüren şiddetli hasımlık duygularının varoluşunu tanımayı, ve ancak bunların yenilmesinden sonra önceden nefret edilen nesnenin sevilen bir nesne ya da bir özdeşleşme nesnesi olduğunu öğretmiştir.49 Bu durumlarda nefretin sevgiye doğrudan bir dönüşümünü kabul edip etmeyeceğimiz sorusu doğar. Burada sorun arı içsel değişimlerle ilgilidir ki, bunlarda nesnenin değişiklik gösteren bir davranışının hiçbir payı yoktur.
            49[Bkz. yukarıda Dipnot 44.] 
         IV. 9. Ama paranoid dönüşümlerdeki süreçler üzerine çözümleme araştırması bizi bir başka düzeneğin olanağı ile tanıştırdı. Daha baştan iki-değerli bir tutum bulunur, ve erotik dürtüden erke çekilip düşman dürtüye erke eklenirken, dönüşüm tepkisel bir yatırım-yerdeğişimi yoluyla olur.
         IV. 10. Eşcinselliğe götüren düşmanca hasımlığın yenilmesi durumunda aynı değil ama benzer birşey yer alır. Düşmanca tutumun hiçbir doyum beklentisi yoktur; buna göre — ve dolayısıyla ekonomik güdülerden ötürü — yeri bir sevgi tutumu tarafından doldurulur ki, doyum için, eş deyişle boşalma olanağı için daha çok beklenti sunar. Böylece bu durumlardan hiç birinde nefretin sevgiye doğrudan dönüşümünü, bu iki içgüdü türü arasındaki nitel ayrımla bağdaşmayacak böyle bir dönüşümü varsaymamız gerekmez.
         IV. 11. Ama belirtmek gerek ki, sevgiyi nefrete dönüştüren bu öteki düzeneği getirmekle örtük olarak bir başka varsayımda bulunmuş oluruz ve bu açıkça ortaya koyulmayı hakeder. Sanki ruhsal yaşamda — ister bende isterse O’da olsun — yerdeğiştirebilir bir erke varmış, ve kendinde ilgisiz olmakla, nitel olarak ayrımlaşmış bir erotik ya da yokedici dürtüye eklenebilir ve onun toplam yatırımını yükseltebilirmiş gibi düşündük. Bu tür bir yerdeğiştirebilir erkenin varoluşunu kabul etmeksizin hiçbir ilerleme yapamayız. Biricik soru nereden kaynaklandığı, neye ait olduğu ve neyi imlediğidir.
         IV. 12. İçgüdüsel dürtülerin niteliği ve bunun içgüdülerin çeşitli yazgıları boyunca sürmesi sorusu henüz oldukça karanlıktır ve şimdiye dek üzerine pek gidilmemiştir. Gözleme özellikle açık olan eşeysel bölümsel-içgüdülerde aynı çerçeveye ait kimi süreçler saptanabilir; örneğin bölümsel içgüdüler belli bir ölçüde aralarında iletişimde bulunabilirler, tikel bir erotojen kaynaktan doğan bir içgüdü yeğinliğini bir başka kaynaktan doğan bir başka bölümsel içgüdüyü güçlendirmek için verebilir, bir içgüdünün doyumu bir başkasının doyumunun yerini alabilir — ki tümü de belli türde varsayımları göze almak için bizi yüreklendirmelidir
         IV. 13. Bu tartışmada herhangi bir tanıtlamasını sunmaksızın salt bir varsayımda daha bulunmak zorundayım. Hiç kuşkusuz hem bende hem de O’da etkin olan bu yerdeğiştirebilir ve ilgisiz erkenin narsissistik libido deposundan çıktığı, ve dolayısıyla eşeysizleştirilmiş Eros olduğu görüşü usayatkın görünür. Erotik içgüdüler bize yokedici içgüdülerden genel olarak daha plastik, daha saptırılabilir ve daha kolay yerdeğiştirebilir görünürler. O zaman hiçbir güçlük olmaksızın ilerleyebilir, ve bu yerdeğiştirebilir libidonun tıkanmaları giderebilmek ve boşalımı kolaylaştırabilmek için haz ilkesinin hizmetinde çalıştığını söyleyebiliriz. Bu bağıntıda, eğer ne olursa olsun herhangi bir biçimde boşalma olacaksa, bunun hangi yolu izlediği konusunda belli bir ilgisizlik gözden kaçamaz. O’daki yatırım süreçlerine özgü bu özelliği biliyoruz. Nesne ile ilgili olarak tikel bir ilgisizliğin gelişmesini kabul eden erotik yatırımda bulunur; ve hangi kişilere yönelik olduklarına bakılmaksızın, çözümlemede kaçınılmaz olarak doğan aktarımlarda özellikle açıktır. Rank [1913] kısa bir süre önce sinirceli öç eylemlerinin yanlış kişilere karşı yöneltildiklerini gösteren güzel örnekler yayımladı. Bilinçaltının bu davranışı komik bir öyküyü anımsatır; bu öyküye göre, köyün tek nalbantının ölümle cezalandırılacak bir suç işlemesinden ötürü üç köy terzisinden biri asılacaktır.50 Ceza suçlunun payına düşmese bile uygulanmalıdır. Aynı türde gevşeklik ilkin düş çalışmasını incelerken birincil süreç tarafından ortaya çıkarılan yerdeğişimlerinde dikkatimizi çekti. Tıpkı ilgilendiğimiz durumda boşaltma yollarının ikincil önemde olmaları gibi, orada da irdelemeye ancak ikincil önemde girenler nesnelerdi. Hem bir nesnenin hem de boşaltma yolunun seçimi konusunda daha büyük sağınlık elde etmede diretmek bene özgü bir tutum olacaktır.
            50[Öykü Freud tarafından şakalar üzerine kitabının (1950c), P.F.L., 6, 267, son bölümünde, ve Giriş Dersleri (1916-17), P.F.L., 1, 209, 11’inci Derste anlatılır.] 
         IV. 14. Eğer bu yerdeğiştirme erkesi eşeysizleştirilmiş libido ise, o zaman ona yüceltilmiş erke de diyebiliriz, çünkü Eros’un başlıca amacında, birleştirme ve bağlamada diretmeyi sürdürecek, çünkü öyle bir birliğin kuruluşuna hizmet edecektir ki, onun yoluyla — ya da ona doğru eğilim yoluyla — ben kendini öne çıkarır. Eğer daha geniş anlamda düşünce süreçleri bu yerdeğiştirmeler arasında sayılacaksa, o zaman düşünme işi de yüceltme yoluyla erotik içgüdü gücü tarafından karşılanır.
         IV. 15. Burada yine yüceltmenin benin aracılığı ile düzenli olarak yer alabileceği biçimindeki daha önce değinilmiş o olanağa varırız [bkz. § III. 7 (s. 369)]. Öteki durumu, bu benin O’nun ilk ve hiç kuşkusuz ayrıca daha sonraki nesne-yatırımları ile ilgilenmesini, ve bunu onların libidosunu kendi üstüne alarak ve özdeşleşme yoluyla sağlanan ben-değişimini ona bağlayarak yapmasını anımsıyoruz. [Erotik libidonun] ben-libidoya bu dönüşüm[ü] doğallıkla eşeysel hedeflerden bir vazgeçme ile, bir eşeysizleştirme ile bağlıdır. Her ne olursa olsun, Eros ile ilişkisi içindeki benin önemli bir işlevi üzerine bir içgörü kazanırız. Böyle bir yolda nesne-yatırımlarının libidosunu ele geçirerek, kendini biricik sevgi nesnesi yaparak, O’nun libidosunu eşeysizleştirerek ya da yücelterek, ben Eros’un amaçlarına karşı çalışır, kendini karşıt içgüdüsel dürtülerin hizmetine sunar. O’nun nesne-yatırımlarının bir başka bölümü ile anlaşmalı, deyim yerindeyse onlara katılmalıdır. Benin bu etkinliğinin bir başka olanaklı sonucu üzerine daha sonra söz edebileceğiz.
         IV. 16. Bu narsissizm kuramında önemli bir genişlemeye götürür. Başlangıçta tüm libido O’da birikmişken, ben ise henüz oluşum sürecindedir ya da zayıftır. O bu libidonun bir parçasını erotik nesne-yatırımlarına gönderir, ve bunun üzerine güçlenmiş olan ben bu nesne-libidoyu ele geçirmeye ve kendini sevgi-nesnesi olarak O’ya dayatmaya çalışır. Benin narsissizmi böylece nesnelerden çekilmiş ikincil bir narsissizmdir.
         IV. 17. Her zaman olduğu gibi, izleyebildiğimiz içgüdüsel dürtülerin kendilerini Eros’un türevleri olarak açığa serdiklerini görürüz. Eğer Haz İlkesinin Ötesi’nde ortaya koyulan irdelemeler olmasaydı, ve en sonunda kendilerini Eros’a bağlayan sadistik bileşenler olmasaydı, ikici bir nitelikte olan temel görüşümüze sarılmada güçlük çekerdik.51 Ama bu görüşe bağlı olduğumuz için, ölüm içgüdülerinin özsel olarak dilsiz oldukları ve yaşamın gürültü patırtısının çoğunlukla Eros’tan doğduğu izlenimini ediniriz.52
            51[Freud’un içgüdülerin ikici bir sınıflandırmasına sarılmada gösterdiği tutarlık Haz İlkesinin Ötesi’nin (1920g) VI’ncı Bölümünün en sonuna eklenen bir dipnotta da görülecektir (s. 334-5). Ayrıca bkz. İçgüdüler ve Yazgıları’na (1915c) Editörün Sunuşundaki tarihsel taslak, s. 110-2.]
            52Bizim görüşümüze göre dışsal dünyaya yönelik olan yokedici içgüdüler aslında Eros’un aracılığıyla kendi benlerinden saptırılmışlardır. 
         IV. 18. Ve Eros’a karşı savaşımdan! Haz ilkesinin yaşam sürecinde karışıklıklar yaratan libidoya karşı savaşımında O’ya bir pusula olarak hizmet ettiği görüşü çürütülemez. Eğer Fechner’in ona verdiği anlamda değişmezlik ilkesi53 yaşama egemense, böylece yaşam ölüme doğru bir inişten oluşuyorsa, düzlemin düşmesini durduran ve yeni gerginlikler getiren şey içgüdüsel gereksinimler olarak Eros’un, eşeysel içgüdülerin istemleridir. Haz ilkesi tarafından, eş deyişle hazsızlık algısı tarafından yönlendirilerek, O değişik yollarda kendini bu gerginliklerden uzak tutar. Bunu ilk olarak eşeysizleştirilmemiş libidonun istemleri ile olanaklı en hızlı yolda uyum göstererek, dolayısıyla doğrudan eşeysel eğilimlerin doyumu için çabalayarak yapar. Ama, içinde tüm bileşen isteklerin buluştukları tikel bir doyum biçimi ile ilişki içinde, bunu çok daha kapsamlı bir yolda, erotik gerginliklerin bir bakıma doymuş taşıyıcıları olan eşeysel tözlerin54 boşaltılması yoluyla yapar. Eşeysel edimde eşeysel gerecin atılması belli bir ölçüde soma ve tohumcuk-plazmasının ayrılışına karşılık düşer. Bu tam eşeysel doyumdan sonraki durumun ölüme benzerliğini, ve daha alt hayvanlarda ölümün çiftleşme edimi ile çakışmasını açıklar. Bu varlıklar üreme ediminde ölürler, çünkü Eros’un doyum yoluyla ortadan kaldırılmasından sonra ölüm içgüdüsü amaçlarını yerine getirmede engelden kurtulur. Son olarak, gördüğümüz gibi, libidonun bir bölümünü kendi için ve amaçları için yücelterek, ben O’nun [gerginliklere] egemen olma işini kolaylaştırır.
53[Bkz. Haz İlkesinin Ötesi (1920g), § I. 3 (s. 276-8).]
54[Freud’un ‘eşeysel tözler’in rolleri üzerine görüşleri Üç Deneme (1905d), 2’nci Kesimde bulunacaktır, P.F.L., 7, 133-8.] 

V
BENİN BAĞIMLILIKLARI
V. 1. Gerecin karışıklığı başlıklardan hiç birinin bölüm içeriklerine tam olarak uygun düşmemesi için, ve yeni ilişkileri incelemek isterken sürekli olarak önceden ele alınmış sorunlara geri dönmemiz için bağışlatıcı olabilir.
         V. 2. Böylece yineleyerek söyledik ki, ben büyük bir düzeye dek O tarafından terkedilen yatırımların yerini alan özdeşleşmelerden oluşur, bu özdeşleşmelerden ilki her zaman bende özel bir yetke olarak davranır ve bir üst-ben olarak kendini benin karşısına koyar, ama bu arada güçlenen ben daha sonra böyle özdeşleşme etkilerine karşı daha dirençli davranabilir. Üst-ben bendeki ya da ben ile ilişki içindeki özel konumunu öyle bir kıpıya borçludur ki bunun iki yandan değerlendirilmesi gerekir. İlk olarak, benin henüz zayıf olduğu bir sırada yer alan ilk özdeşleşmedir; ikinci olarak, Ödipus karmaşasının kalıtçısıdır ve böylece bene olağünüstü önemli nesneler getirmiştir. Üst-benin daha sonraki ben-değişimleri ile ilişkisi belli bir ölçüde çocukluğun birincil eşeysel evresinin erinlik sonrası eşeysel yaşam ile ilişkisine benzer. Tüm sonraki etkilere açık olmasına karşın, gene de yaşam boyunca ona baba-karmaşasından kaynaklanması tarafından verilen karakteri, eş deyişle ben ile karşıtlık içinde durma ve ona egemen olma yeteneğini saklar. Benin bir zamanki zayıflık ve bağımlılığının bir anıtıdır, ve olgun ben üzerindeki egemenliğini sürdürür. Tıpkı çocuğun büyüklerine boyun eğme zorlaması altında durmuş olması gibi, ben de üst-beninin kesin buyrumuna altgüdümlüdür.
         V. 3. Ama üst-benin O’nun ilk nesne-yatırımlarından, Ödipus karmaşasından türeyişinin üst-ben için çok daha öte anlamları vardır. Bu türeme, daha önce gördüğümüz gibi, üst-beni O’nun soygelişimsel kazanımları ile ilişkiye getirir ve onda tortularını geride O’da bırakan önceki ben-oluşumlarının yeniden-bedenselleşmesine götürür. Böylece üst-ben sürekli olarak O’ya yakın durur ve ben karşısında onun temsilcisi olarak davranabilir. O’nun derinliklerine ulaşır ve bu nedenle bilinçten benin olduğundan daha uzak kalır.55

55Denebilir ki ruhçözümsel ya da ruhbilimötesi ben de anatomik ben gibi — ‘kortikal homonkulus’ gibi — kafasının üstünde durur. 
         V. 4. Bu ilişkileri değerlendirmenin en iyi yolu çoktandır yeniliklerini yitirmiş ama henüz kuramsal olarak işlenmeyi bekleyen belli klinik olgulara dönmekten geçer.
         V. 5. Çözümleme işi sırasında bütünüyle tuhaf davranan kişiler vardır. Onlara umut verildiğinde ya da sağaltımın gidişinin doyum verici olduğu anlatıldığında, hoşnutsuzluk gösterirler ve bir kural olarak bulgularında kötüleşme başlar. Başlangıçta bu bir dikbaşlılık ve doktora kendi üstünlüğünü gösterme girişimi olarak görülür. Daha derin ve daha doğru görüşe sonradan ulaşılır. Yalnızca bu kişilerin hiçbir övgüye ve hiçbir tanınmaya katlanamadıkları değil, ama sağaltımın ilerlemesi ile ters orantılı tepki gösterdikleri kanısına ulaşılır. Belirtilerin bir iyileşmesinde ya da geçici olarak askıya alınmasında sonuçlanması gereken ve başka insanlarda gerçekten de böyle sonuçlanan her bölümsel çözüm onlarda hastalıklarının geçici bir ağırlaşmasına yol açar, ve sağaltım sırasında iyileşmek yerine kötüleşirler. Olumsuz sağaltım tepkisi denilen şeyi gösterirler.
         V. 6. Onlarda iyileşmelerine karşı çıkan birşeyin olduğu, iyileşmenin yaklaşmasının bir tehlike gibi korku yarattığı konusunda hiçbir kuşkuya yer olamaz. Bu kişilerde iyileşme isteği olmadığı, tersine hastalık gereksiniminin üstünlüğü ele geçirdiği söylenir. Eğer bu direncin alışıldık yolda çözümlemesini yaparsak, doktora karşı dikbaşlılık tutumu ve hastalıktan elde edilen kazançların biçimleri üzerine bir saplantı bir yana bırakıldığında bile, gene de büyük bir bölümü henüz sürer ve bu kendini iyileşmeye karşı en güçlü engel olarak, narsissistik erişilemezlik, doktora karşı olumsuz bir tutum ve hastalık kazançlarına sarılma gibi daha önceden bildiğimiz engellerden de güçlü bir engel olarak tanıtlar.
         V. 7. Sonunda ‘‘ahlaksal’’ denebilecek bir etmen ile, doyumunu hastalıkta bulan ve acı çekme cezasından vazgeçmeyi istemeyen bir suçluluk duygusu ile uğraştığımızı görmeye başlarız. Bu biraz umut kırıcı açıklamayı en son ve kesin açıklama olarak görebiliriz. Ama bu suçluluk duygusu hasta açısından dilsizdir ve ona suçlu olduğunu söylemez; kişi suçlu olduğunu değil ama hasta olduğunu duyumsar. Bu suçluluk duygusu kendini yalnızca iyileşmeye karşı zayıflatılması oldukça güç bir direnç olarak anlatır. Hastayı hasta kalmasının arkasında yatan bu güdüye inandırmak da özellikle güçtür, ve hasta daha doğrudan açıklamaya, çözümleme yoluyla sağaltımın ona yararı olacak doğru çare olmadığı görüşüne sarılır.56

56Bilinçsiz bir suçluluk duygusu gibi bir engele karşı kavga çözümlemeci için kolaylaştırılamaz. Ona karşı doğrudan doğruya hiçbirşey yapılamadığı gibi dolaylı olarak da bilinçsiz, baskılanmış temellerini yavaş yavaş ortaya çıkarmaktan ve böylece onu aşamalı olarak bilinçli bir suçluluk duygusuna dönüştürmekten başka hiçbirşey yapılamaz. Bu bç.siz suçluluk duygusu ödünç bir suçluluk duygusu olduğu zaman, eş deyişle, bir zamanlar bir erotik yatırımın nesnesi olmuş olan bir başka kişi ile özdeşleşmenin bir sonucu olduğu zaman, onu etkilemek için özel bir şans kazanılır. Bu yolda kabul edilen bir suçluluk duygusu sık sık vazgeçilmiş sevgi ilişkisinin tek ve tanınması güç kalıntısıdır. Melankolide yaşanan sürece benzerlik burada gözden kaçmaz. Eğer bç.siz suçluluk duygusunun arkasındaki bu eski nesne-yatırımı ortaya çıkarılabilirse, sağaltım sık sık parlak bir başarıyla sonuçlanır, ama bunun dışında sağaltım çabasının sonuçları hiçbir biçimde güvenilir değildir. Başlıca suçluluk duygusunun yeğinliği üzerine bağımlıdır, ve çoğu kez sağaltım onun karşısına onunkine eşit bir güç düzeni ile çıkmayı başaramaz. Belki de çözümlemecinin kişiliğinin hastanın onu ben-idealinin yerine koymasına izin verip vermemesine de bağımlı olabilir, ve bu çözümlemeci açısından hastaya karşı peygamber, ruhsal kurtarıcı ve kefaret edici rolünü oynama yönünde bir kışkırtma yaratır. Çözümlemenin kuralları doktorun kişiliğinin böyle bir kullanımına kesin olarak aykırı olduğu için, burada çözümlemenin etkisi için yeni bir sınırın olduğunu dürüstçe kabul etmek gerekir; aslında çözümleme hastalıklı tepkileri olanaksız kılmaz, ama hastanın benine şu ya da bu yolda karar verme özgürlüğünü sağlar. [Freud bu konuya Mazoşizmin Ekonomik Sorunu’nun (1924c) sonuna doğru yeniden dönerek orada bilinçsiz suçluluk duygusu ve ahlaksal mazoşizm arasındaki ayrımı tartıştı. Bkz. ayrıca Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları (1930a), Bölümler VII ve VIII.].
         V. 8. Burada verilen betimleme en aşırı olaylara karşılık düşer, ama daha küçük bir ölçüde birçok durumda, belki de tüm ağır sinirce durumlarında dikkate alınması gerekir. Dahası, belki de sinirceli bir hastalığın ağırlığını kesin olarak belirleyen şey tam olarak bu etmen, eş deyişle ben-idealinin davranışıdır. Bu yüzden suçluluk duygusunun kendini değişik koşullar altında anlatması üzerine kimi daha öte noktalara dokunmadan geçmeyeceğiz.
         V. 9. Normal, bilinçli suçluluk duygusu (duyunç) hiçbir güçlük sunmaz, ben ve ben-ideali arasındaki gerginlik üzerine dayanır, benin kendi eleştirel yetkesi tarafından yargılanmasının anlatımıdır. Sinircelilerde çok iyi bilinen aşağılık duyguları pekala ondan çok uzakta yatmıyor olabilir. Yakından tanıdığımız iki rahatsızlık tipinde suçluluk duygusu aşırı güçlü olarak bilinçlidir; bu durumda ben-ideali özel bir sertlik gösterir ve sık sık bene karşı amansız bir hiddete kapılır. Saplantı-sinircesi ve melankoli gibi bu iki durumda, ben-idealinin tutumu bu benzerliğin yanısıra daha az önemli olmayan ayrımlar da sergiler.
         V. 10. Saplantı sinircesinde (bunun belli biçimlerinde) suçluluk duygusu aşırı gürültülüdür, ama kendini benin önünde aklayamaz. Buna göre, hastanın beni suçlanması istemine başkaldırır ve doktordan bu suçluluk duygusunun reddedilişinde onu desteklemesini ister. Bunu kabul etmek aptalca olacak, çünkü sonuçsuz kalacaktır. Çözümleme o zaman üst-benin ben için bilinmez kalan süreçler tarafından etkilendiğini gösterir. Suçluluk duygusunun temelinde yatan baskılanmış dürtüleri ortaya çıkarmak edimsel olarak olanaklıdır. Böylece üst-benin burada bilinçsiz O konusunda benden daha bilinçli olduğu anlaşılır.
         V. 11. Melankolide üst-benin bilinç üzerinde bir üstünlük sağladığı izlenimi çok daha güçlüdür. Ama burada ben hiçbir karşıçıkışı göze almaz, kendini suçlu görür ve cezaya boyun eğer. Bu ayrımı anlarız. Saplantı sinircesinde sorgulanan şey benin dışında kalan yakışıksız dürtülerdi; melankolide ise üst-benin öfkesine konu olan nesne özdeşleşme yoluyla ben içersine alınmıştır.
         V. 12. Bu iki sinirceli rahatsızlıkta suçluluk duygusunun niçin böylesine olağanüstü bir güce eriştiği hiç kuşkusuz kendiliğinden açık değildir; ama bu durumdaki başlıca sorun başka bir yerde yatar. Bunu tartışmayı suçluluk duygusunun bilinçsiz kaldığı başka durumları ele alıncaya dek erteleyeceğiz. [Bkz. biraz aşağıda V.17.]
         V. 13. Bu özsel olarak histeride ve histerik bir tipteki durumlarda bulunur. Burada suçluluk duygusunun bilinçsiz kalma düzeneğini saptamak kolaydır. Histerik ben ona üst-beninin eleştirisi gibi bir gözdağı veren acılı bir algıyı kendinden uzak tutar, tıpkı bir baskı edimi yoluyla dayanılmaz bir nesne-yatırımını uzak tutma eğiliminde olması gibi. Buna göre suçluluk duygusu bilinçsiz kaldığında, bundan sorumlu olan bendir. Biliyoruz ki genellikle ben baskıları üst-beninin hizmetinde ve onun adına üstüne alır; ama burada öyle bir durum vardır ki, aynı silahları kendi sert efendisine karşı çevirmiştir. Saplantı sinircesinde, bilindiği gibi, tepki-oluşumu fenomenleri ağır basar; burada [histeride] ise ben yalnızca suçluluk duygusunun bağlı olduğu gereci uzakta tutmayı başarır.
         V. 14. Daha ileri gidilebilir ve suçluluk duygusunun büyük bir bölümünün normal olarak bilinçsiz olması gerektiği varsayımı göze alınabilir, çünkü duyuncun doğuşu yakından bilinçaltına ait olan Ödipus karmaşasına bağlıdır. Eğer biri normal insanın yalnızca inandığından çok daha ahlaksız değil ama ayrıca bildiğinden çok daha ahlaklı olduğu biçimindeki paradoksal önermeyi ortaya sürecek olursa, önesürümün ilk yarısına bulgularıyla destek veren ruhçözümleme ikinci yarıya yönelik hiçbir karşıçıkış getirmeyecektir.57

57Bu önerme yalnızca görünürde bir paradokstur; yalın olarak, insan doğasının iyide olduğu gibi kötüde de kendi için inandıklarının çok daha ötesine geçtiğini, eş deyişle beninin bilinçli algı yoluyla ayrımsadıklarının ötesine geçtiğini söyler. 
         V. 15. Bu bç.siz suçluluk duygusunda bir artışın insanları suçlulara dönüştürebileceğini bulmak bir sürpriz oldu. Ama hiç kuşkusuz doğruydu. Birçok suçluda, özellikle genç suçlularda, edimden önce varolan ve dolayısıyla suçun sonucu değil ama güdüsü olan çok güçlü bir suçluluk duygusunu saptamak olanaklıdır, sanki bu bilinçsiz suçluluk duygusunu olgusal ve dolaysız birşey üzerine bağlayabilmek bir rahatlama olarak duyumsanmıştır.58

58[Bunun kimi başka göndermelerle birlikte tam bir tartışması Freud’un ‘‘Ruhçözümleme Çalışmasında Karşılaşılan Kimi Karakter Tipleri’’ (1916d) üzerine yazısının III’üncü Bölümünde bulunacaktır, P.F.L., 14, 317.] 
         V. 16. Tüm bu durumlarda üst-ben bilinçli benden bağımsızlığını ve bilinçsiz O ile yakın ilişkilerini sergiler. Şimdi bendeki önbilinçli sözel kalıntılara yüklediğimiz önem açısından, üst-benin, bç.siz olduğu sürece, böyle sözcük-tasarımlarından oluşup oluşmadığı, ve eğer oluşmuyorsa, başka neden oluştuğu sorusu doğar. Ölçülü bir yanıt üst-ben için de kökenini işitilmiş sözlerden aldığını reddetmenin olanaksız olduğudur; çünkü o benin bir parçasıdır ve bu sözcük-tasarımları (kavramlar, soyutlamalar) yoluyla bilinç için erişilebilir kalır; ama yatırım-erkesi üst-benin bu içeriğine işitme algısından (eğitim, okuma) değil ama O’daki kaynaklardan ulaşır.
         V. 17. Yanıtını ertelediğimiz soru şöyledir [bkz. biraz yukarıda V.12.]: Nasıl olur da üst-ben kendini özünde bir suçluluk duygusu olarak (daha iyisi: eleştiri olarak; çünkü suçluluk duygusu bende bu eleştiriye karşılık düşen algıdır) anlatır ve aynı zamanda bene karşı böyle olağanüstü bir sertlik ve katılık geliştirir? İlk olarak melankoliye dönersek, bilinç üzerinde bir üstünlük kazanmış aşırı ölçüde güçlü üst-benin bene karşı amansız bir şiddet uyguladığını buluruz, sanki ilgili kişide hazır bekleyen sadizmin bütününü ele geçirmiş gibi. Sadizm anlayışımıza göre, yokedici bileşenin üst-bende toplandığını ve bene karşı döndüğünü söylememiz gerekirdi. Şimdi üst-bende egemen olan şey bir bakıma ölüm içgüdüsünün bir arı-ekinidir, ve eğer ben manyaya dönme yoluyla tiranını zamanında savuşturamazsa, gerçekte sık sık onu ölüme dek sürüklemeyi başarır.
         V. 18. Belli saplantı sinircesi biçimlerinde duyunç kınamaları eşit ölçüde acı verici ve işkence edicidir, ama burada durum daha az saydamdır. Melankoli ile karşıtlık içinde belirtmeye değer ki, saplantılı hasta aslında hiçbir zaman kendini yoketme adımını atmaz; intihar tehlikesine karşı bağışık gibidir, ve ona karşı histerikten çok daha iyi korunur. Benin güvenliğini sağlama alan şeyin nesnenin sakınımı olduğunu anlayabiliriz. Saplantı sinircesinde sevgi-dürtülerinin kendilerini nesneye karşı saldırı dürtülerine çevirmeleri ön-genital örgütlenmeye bir gerileme yoluyla olanaklı olmuştur. Burada yine yokedicilik içgüdüsü özgürleşmiştir ve nesneyi yoketmeyi ister, ya da en azından böyle bir niyeti taşıyor görünür. Bu eğilimler ben tarafından kabul edilmemişlerdir ve, kendisi onlara karşı tepki-oluşumları ve güvenlik önlemleri yoluyla savaşır; bunlar O’da kalırlar. Ama üst-ben sanki ben onlardan sorumluymuş gibi davranır ve aynı zamanda, bu yokedici niyetleri izlerken gösterdiği ciddiyetle, bize onların gerileme yoluyla ortaya çıkarılan bir yanılsama değil ama edimsel olarak sevginin yerine nefretin geçmesi olduğunu gösterir. Her iki yönde de çaresiz kalarak, ben kendini boş yere hem katil O’nun yersiz istemlerine karşı hem de cezalandırıcı duyuncun suçlamalarına karşı savunur. En azından her iki yanın en yabanıl eylemlerini durdurmayı başarır; sonuç ilk olarak kendine sonu gelmez bir işkencedir, ve daha öte gelişimde erişilebilir olduğu her yerde nesneye karşı yöntemli bir işkence başlar.
         V. 19. Tehlikeli ölüm içgüdüleri bireyde çeşitli yollarda ele alınır; bir yandan erotik bileşenlerle kaynaşma yoluyla zararsızlaştırılırken, öte yandan saldırganlık olarak dışsal dünyaya karşı saptırılırlar; ama büyük bir düzeye dek hiç kuşkusuz engelsizce içerdeki işlerini sürdürürler. O zaman melankolide üst-benin ölüm içgüdüleri için bir tür toplanma yeri olması nasıl olanaklıdır?
         V. 20. İçgüdü kısıtlamasının ya da ahlakın bakış açısından, denebilir ki O bütünüyle ahlak-dışıdır [amoralisch], ben ahlaksal [moralisch] olmaya çabalar, üst-ben aşırı-ahlakçı [hypermoralisch] olabilir ve o zaman ancak O’nun olabileceği denli acımasız olabilir. Belirtmeye değer ki, bir insan dışarıya doğru saldırganlığını ne denli kısıtlarsa, ben-idealinde o denli sert ve dolayısıyla o denli saldırgan olur. Sıradan irdelemede durum evrik olarak görünür, ve bu bakış açısı için ben-idealinin isteminde saldırganlığın bastırılması için güdü yatar. Ama olgu bizim onu belirttiğimiz gibi kalır: Bir insan saldırganlığını ne denli denetlerse, idealinin benine karşı saldırganlık eğilimi o denli güçlenir.59 Bu bir yer-değiştirme, kendi benine karşı bir dönme gibidir. Giderek sıradan, normal ahlak bile sert bir kısıtlayıcılık, acımasızca yasaklayıcı bir nitelik gösterir. Buna göre amansızca ceza veren bir yüksek Varlık anlayışı doğar.
59[Freud bu paradoksa ‘‘Bir Bütün Olarak Düş-Yorumu Üzerine Ek Notlar’’da (1925i) ve ‘‘Mazoşizmin Ekonomik Sorunu’’nda (1924c) döndü, bkz. § 24 (s. 425). Onu Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nın (1930a) VII’nci Bölümünde daha tam olarak tartıştı.]
         V. 21. Yeni bir varsayım getirmeksizin bu ilişkileri daha öte açıklamam olanaksız. Üst-ben bildiğimiz gibi baba modeli ile bir özdeşleşmeden doğmuştur. Böyle her özdeşleşme eşeysizleşme ya da giderek yüceltme niteliğini taşır. Şimdi öyle görünür ki sanki bu tür bir dönüşüm yer aldığında, aynı zamanda içgüdüsel bir ayrışma da yer alır. [Bkz. § III. 7 (s. 369).] Yüceltmeden sonra, erotik bileşen bundan böyle onunla bileşmiş olan yokediciliğin bütününü bağlama gücünü taşımaz, ve bu bir saldırma ve yoketme eğilimi biçiminde salınır. İdealin genel olarak sert, acımasız özelliği, buyurgan Gerek bu ayrışmadan türer.
         V. 22. Kısa bir süre için saplantı sinircesi üzerinde duralım. Burada durum başka türlüdür. Sevginin saldırganlığa ayrışması benin bir edimi yoluyla ortaya çıkmaz, tersine O’da ortaya çıkan bir gerilemenin sonucudur. Ama bu süreç O’nun ötesine, şimdi suçsuz bene karşı sertliğini arttıran üst-bene genişlemiştir. Ama iki durumda da [e.d. hem saplantı sinircesinde hem de melankolide], özdeşleşme yoluyla libido üzerinde denetim kazanmış olan ben bunun için libido ile karışmış saldırganlık aracılığıyla üst-ben tarafından cezalandırılır.
         V. 23. Bene ilişkin düşüncelerimiz açıklık kazanmaya başlarken, çeşitli ilişkileri de kendilerini durulukları içinde gösterirler. Şimdi beni gücü ve zayıflığı içinde görürüz. Sorumluluğu altına düşen önemli işlevler vardır, algı dizgesi ile ilişkisinin gücüyle ruhsal süreçlerin zamansal düzenini saptar ve onları olgusallık sınaması altına getirir.60 Düşünce süreçlerinin araya girmesi yoluyla motor boşalımların ertelenmesini sağlar ve devinebilirliğe girişi denetler.61 Bu son denetleme gücü hiç kuşkusuz olgusal olmaktan çok biçimseldir; eylem ile ilişki içinde ben bir bakıma anayasal bir tekerk konumundadır ki, onayı olmaksızın hiçbir yasa çıkarılamaz, ama Parlamentonun bir önergesine karşı vetosunu bildirmeden önce kendisi uzun uzadıya düşünmek zorundadır. Dışardan kaynaklanan tüm yaşam deneyimlerinde ben kendini varsıllaştırır; ama O onun kendine altgüdümlü kılmaya çalıştığı ikinci dışsal dünyasıdır. O’dan libido çeker, ve O’nun nesne-yatırımlarını ben-şekillerine çevirir. Üst-benin yardımı yoluyla, henüz bize karanlık kalan bir yolda, geçmiş çağların O’da birikmiş deneyimlerini çekip çıkarır. [Bkz. yukarıda § II. 25.]
            60[Bkz. ‘‘Bilinçaltı’’ (1915e), § V. 11 (s. 193).]
61[Bkz. ‘‘Ruhsal Olayların İki İlkesi’’ (1911b), § 6 (s. 38), ve ‘‘Yadsıma’’ (1925h) § 7 (s. 440). ] 
         V. 24. O’nun içeriğinin benin içersine girebileceği iki yol vardır. Biri doğrudandır, öteki ben-ideali üzerinden geçer, ve içeriğin bu iki yoldan hangisini izlediği birçok ruhsal etkinlik için belirleyici olabilir. Ben içgüdüleri algılamaktan onlara egemen olmaya, içgüdülere boyun eğmekten onları engellemeye doğru gelişir. Bu başarımda aslında bölümsel olarak O’nun içgüdü süreçlerine karşı bir tepki-oluşumu olan ben-idealinin güçlü bir payı vardır. Ruhçözümleme benin O’ya karşı ilerleyen bir utku kazanmasını olanaklı kılması gereken bir araçtır.
         V. 25. Ama öte yandan aynı beni üçlü bir kölelik altında ve dolayısıyla üç tehlikeden gelen gözdağı altında duran zavallı bir şey olarak görürüz: Dışsal dünyadan, O’nun libidosundan, ve üst-benin sertliğinden. Bu üç tür tehlikeye üç tür endişe karşılık düşer, çünkü endişe tehlikeden geri çekilişin bir anlatımıdır. Bir sınır-varlığı olarak, ben O ve dünya arasında aracılık etmeyi, O’yu dünya karşısında uysallaştırmayı, ve kas eylemleri yoluyla dünyayı O’nın dileklerine uygun kılmayı ister. Aslında çözümleme sağaltımı sırasındaki bir doktor gibi davranır, çünkü olgusal dünyaya gösterdiği dikkatle, kendini O’ya bir libido nesnesi olarak önerir, ve O’nun libidosunu kendi üzerine döndürmeyi ister. Yalnızca O’nun yardımcısı değil, ama ayrıca onun boyun eğici bir kölesidir ki, efendisinin sevgisini kazanmaya çabalar. Nerede olanaklıysa, O ile anlaşma içinde kalmayı ister, onun bç.siz buyruklarını öbç.li ussallaştırmaları ile örter, O’nun katı ve dikbaşlı kaldığı yerde bile olgusallığın uyarılarına karşı O’nun boyuneğdiği görünüşünü yaratır, O’nun olgusallık ile çatışmalarını, ve eğer olanaklıysa, üst-ben ile çatışmalarını bile örtbas eder. O ve olgusallık arasındaki orta konumunda sık sık yaltakçı, fırsatçı ve yalancı olma kışkırtmasına yenik düşer — örneğin doğruyu görmesine karşın gene de kamu oyunun gözünden düşmeyi istemeyen bir devletadamı gibi.
         V. 26. İki içgüdü türü arasında benin tutumu yansız değildir. Kendi özdeşleşme ve yüceltme emeği yoluyla, O’daki ölüm içgüdülerine libido üzerinde üstünlük kazanmada yardım eder, ama böylelikle ölüm içgüdülerinin nesnesi olma ve kendisinin yokedilmesi tehlikesi altına düşer. Yardımda bulunabilme amacı uğruna, kendisi libido ile dolmak zorunda kalmıştır, böylece Eros’un temsilcisi olur ve bundan böyle yaşamayı ve sevilmeyi ister.
         V. 27. Ama benin yüceltme emeği içgüdülerin bir ayrışmasında ve üst-bendeki saldırganlık içgüdülerinin salınışında sonuçlandığı için, libidoya karşı savaşımı onu kötü davranış ve ölüm tehlikesi altına düşürür. Üst-benin saldırıları altında acı çekerek ya da belki de giderek onlara yenik düşerek, ben kendi yarattıkları bozulma ürünleri tarafından yokedilen tek-gözecikliler62 gibi bir yazgı ile karşılaşır. Üst-bende etkin olan ahlak ekonomik bakış açısından böyle bozulma ürünleri olarak görünür.

62[Freud bu tek-gözeciklileri (protista) Haz İlkesinin Ötesi’nde tartıştı, bkz. § VI. 13 (s. 321). Bunlar şimdi ‘protista’ olarak olmaktan çok ‘protozoa’ olarak betimlenirler.] 
         V. 28. Benin bağımlılıkları arasında üst-bene olanlar hiç kuşkusuz en ilginçleridir
         V. 29. 63 Üç yönden gelen tehlikenin gözdağı altında, ben gözdağı veren algıdan ya da O’da benzer olarak değerlendirilen süreçten kendi yatırımını geri çekerek ve onu endişe olarak yayarak kaçma-tepkesi geliştirir. Bu ilkel tepkinin yerine daha sonra koruyucu yatırımın yerine getirilmesi geçer (fobi düzeneği). Benin dışsal dünyadan ve O’daki libido tehlikesinden korktuğu şeyin ne olduğu belirlenemez; biliyoruz ki korku ezilme ya da yokedilme korkusudur, ama çözümsel olarak anlaşılamaz.64 Ben yalnızca haz ilkesinin uyarısına boyun eğer. Öte yandan, benin üst-benden duyduğu endişenin, duyunç endişesinin arkasında neyin gizlendiğini söyleyebiliriz.65 Ben-idealine dönen yüksek Varlık bir zamanlar eneme gözdağını vermiştir ve bu eneme endişesi büyük bir olasılıkla çevresinde sonraki duyunç endişesinin toplandığı çekirdektir; kendini duyunç endişesi olarak sürdüren şey budur.
            63[Aşağıda endişe konusu üzerine yazılanlar Freud’un Engellemeler, Belirtiler ve Endişe’de (1926d) bildirilen gözden geçirilmiş görüşleri ile bağıntı içinde okunmalıdır, P.F.L., 10, 237 ss. Burada ele alınan noktaların pekçoğu orada daha öte tartışılır.
            64[Benin ‘‘ezilme’’si (Überwaltigung) kavramı Freud’un yazılarında erken bir evrede görünür. Bkz. ‘‘Savunma Nöro-Psikozları’’ (1894a) üzerine ilk denemesinin II’nci Bölümü. Ama Fließ mektuplaşmasında (Freud, 1950a) 1 Ocak 1896 tarihli Taslak K’da sinircelerin düzeneğini tartışmasında belirgin bir rol oynar. Burada Engellemeler, Belirtiler ve Endişe’nin (1926d) ‘‘yaralayıcı durumu’’ ile açık bir bağıntı vardır, P.F.L., 13, 326-8. Bkz. ayrıca Musa ve Tektanrıcılık’ta (1939a) Deneme II, P.F.L., 13, 321.] 
            65[‘Duyunç endişesi :: ‘Gewissenengs.’ Bu sözcüğün kullanımı üzerine Editörün bir dipnotu Engellemeler, Belirtiler ve Endişe (1926d), VII’nci Bölümde bulunacaktır, P.F.L., 10, 284 n. 1.] 
         V. 30. Kulağa etkileyici gelen o ‘Her endişe aslında ölüm endişesidir’ önermesinin pek bir anlamı yoktur, ya da ne olursa olsun aklanamaz.66 Tersine, ölüm endişesini nesne endişesinden (gerçek endişeden) ve sinirceli libido-endişesinden ayırmak bana baştan sona doğru görünür. Bu ruhçözümleme için güç bir sorun yaratır, çünkü ölüm olumsuz içerikli soyut bir kavramdır ve ona karşılık düşen bilinçsiz bir terim bulunamaz. Ölüm endişesinin düzeneği ancak benin narsissistik libido-yatırımını çok büyük ölçüde salıvermesi, dolayısıyla kendisinden vazgeçmesi olabilir, tıpkı daha başka endişe durumlarında bir başka nesneden vazgeçmesi gibi. Kanımca ölüm endişesi ben ve üst-ben arasında yer alan birşeydir.
66[Bkz. Stekel (1908, 5).] 
         V. 31. Ölüm endişesinin iki koşul altında ortaya çıktığını biliriz ki, bunlar daha başka endişe gelişimi durumları ile baştan sona andırımlıdırlar: Birincisi, dışsal bir tehlikeye karşı tepki olarak, ve ikincisi, örneğin melankolide olduğu gibi, bir içsel süreç olarak. Bir kez daha sinirceli bir durum gerçek durumu anlamamıza yardım edebilir.
         V. 32. Melankolide ölüm endişesi yalnızca bir açıklamayı kabul eder: Ben kendinden vazgeçer çünkü üst-benin ondan nefret ettiğini ve sevilmek yerine onun tarafından sürekli izlendiğini duyumsar. Öyleyse ben için yaşam sevilmekle, burada yine O’nun temsilcisi olarak ortaya çıkan üst-ben tarafından sevilmekle eş anlamlıdır. Üst-ben daha önce baba tarafından ve daha sonra Kayra ya da Yazgı tarafından yerine getirilen aynı koruma ve kurtarma işlevini yerine getirir. Ama ben kendini aşırı ölçüde büyük bir gerçek tehlike içinde bulduğu ve kendi gücüyle onun üstesinden gelemeyeceğine inandığı zaman, zorunlu olarak aynı vargıyı çıkarır. Tüm koruyucu güçler tarafından terkedildiğini görür, ve kendini ölüme bırakır. Bunun dışında, burada bir kez daha doğumu izleyen ilk büyük endişe durumunun67 ve bebekte koruyucu anneden kopmanın yarattığı özlem-endişesinin68 temelinde yatan o aynı durum vardır.
            67[Bu kavramın ortaya çıkışı üzerine bir tartışma Engellemeler, Belirtiler ve Endişe’ye (1926d), Editörün Sunuşunda bulunacaktır, P.F.L., 10, 234-6.] 
            68[Bu Engellemeler, Belirtiler ve Endişe’de (1926d) tartışılan ‘ayrılma endişesi’ni önceler, P.F.L., 10, 309.] 
         V. 33. Bu açımlamalar temelinde ölüm endişesi de tıpkı duyunç endişesi gibi eneme-endişesinin gelişmesi olarak anlaşılabilir. Suçluluk duygusunun sinirceler için büyük önemi ortak sinirceli endişenin ağır durumlarda ben ve üst-ben arasında endişe gelişimi yoluyla (eneme, duyunç, ölüm endişeleri) bir güçlenmeye uğraması olgusunun anlaşılmasını sağlar.
         V. 34. Sonunda kendisine geri döndüğümüz O’nun bene sevgi ya da nefret göstermek için bir olanağı yoktur. Ne istediğini söyleyemez; ortaya birleşmiş bir istenç çıkarmayı başarmış değildir. Eros ve ölüm igüdüsü onda savaşırlar; bir içgüdünün ötekilere karşı hangi araçlarla direndiğini gördük. O’yu sanki dilsiz ama güçlü ölüm içgüdülerinin egemenliği altında duruyormuş gibi betimleyebilirdik — içgüdüler ki dinginlik içindedirler ve haz ilkesinin kışkırtmasıyla ortalığı karıştıran Eros’u dinginliğe getirmeyi isterler; ama korkarız bu Eros’un rolünü hafife almak olurdu.