29 Temmuz 2014 Salı

Muzaffer Dönmez: Hayatı Ne derece Ciddiye Alalım?

Muzaffer Dönmez: Hayatı Ne derece Ciddiye Alalım?: “HAYATI FAZLA ÖNEMSEMEYİN.ÇÜNKÜ HAYAT SİZİ ÖNEMSEMEDEN YAŞANIP GİDİYOR!”                                                             ...

Hayatı Ne derece Ciddiye Alalım?



“HAYATI FAZLA ÖNEMSEMEYİN.ÇÜNKÜ HAYAT SİZİ ÖNEMSEMEDEN YAŞANIP GİDİYOR!”
                                                                                    Muzaffer DÖNMEZ   


Yaş ilerledikçe insan her şeye farklı bakmayı da öğreniyor.
Geçenlerde Doğum Günümdü ve bir SWOT Analizi yaptım.
Bu yaşamı kadar çocukluğumdan beri hayatı gereğinden fazla önemsediğimi gördüm.İşin ilginç tarafı o beni benim onu önemsediğim kadar önemsememiş.
Yaptığım her işte her zaman en iyi olmaya çalıştım,her konu da bilgi sahibi olup asli işimi en iyi yapanlardan oldum.
Yeri geldi dakikaları bile hesaplarken strese girdim.
İnsanları üzmemek-kırmamak adına kendimi üzmeyi tercih ettim.
Düşmanımın bile bana ihtiyacı olabileceğini düşünerek hep yanında olmaya çalıştım.
Kendi isteklerimi-beklentilerimi bir kenara bırakıp,patronlarımın-çalışanlarımın istekleri için en önde oldum.
Siyasette de hak ve adalet adına her zaman mazlumun yanında yer aldım.Dönemin Başbakanlarını –Bakanlarını tanıdığım halde her hatalarında karşılarında olmaya çalıştım,her zaman ÖNCE VATAN dedim.
Herkesin menfaat peşinde koştukları yerde ben HAKKIMIN DIŞINDA BİR ŞEY İSTEMEM dedim.
Defalarca hastanelik oldum,her türlü acıya katlandım.
Çalıştığım her işte (Ben hiç eleman olarak çalışmadım) Yöneticiliğimde ve Patronluğumda KUL HAKKI olur diye kuruşu bile hesap ettim.
Bana kazık atan 3 kuruşluk beyine sahip olanlara bile bir şans daha verilmesi gerektiğini düşündüm.
Şu an geldiğim noktaya bakıyorum.Çok değerli bir eşim-dünya güzeli bir oğlum ve dostum diyebileceğim 40-50 civarında arkadaşım var.
47 senenin birikimi bu olmuş.
Yurt içinde ve yurt dışında olduğum dönemlerde benim  yaşadıklarımın 1000 de 1’ini yaşamamış olanlar benden fersah fersah ilerde.
GAMSIZ dediğimiz ve akla-zekaya sahip olmayan uyanık tayfası ile kıyasladığımda hala yolun başındayım.
Onun içinde sizlere tavsiyem ne sağlığınızı ne de yaşanması gerekenleri kaçırmamanız için size tavsiyem hayatı fazla önemsemeyin,sadece yaşayın.Dünü kaçırdınız-yarın belki hiç olmayacak ama bugün sizin gününüz olsun.
Ben asla KEŞKE kelimesini hayatımda kullanmadım.Hayat her zaman önünüze bilmediğiniz 2 yol çıkarıyor.Karar sizin sonuçlarına katlanın ve ya sağdan ya da soldan yolunuza devam edin.
Onun içinde diyorum ki(ilerde Atasözü olur mu bilemiyorum ama)
“HAYATI FAZLA ÖNEMSEMEYİN.ÇÜNKÜ HAYAT SİZİ ÖNEMSEMEDEN YAŞANIP GİDİYOR!”
                                                                                    Muzaffer DÖNMEZ   



25 Temmuz 2014 Cuma

NE DÜŞÜNÜRSEK OYUZ!

  

Alman düşünür Arthur Schopenhauer'in dediği gibi, tüm gerçekler üç adımda gelirler:
1.            Önce alay edilir.
2.            Şiddetle karşı çıkılır.
3.            Son olarak "Zaten belli olan bir şey" denir ve kabul edilir.
Hayattaki başarı tecrübelerimizin düzeyi, "Sürekli İyileştirmelere adanmışlık düzeyimizle doğru orantılıdır. "Sürekli iyileştirmeler" gerçek bir disiplindir. Arada sırada canınız isteyince uygulanabilecek birşey değildir. Eylemle desteklenmiş sürekli bir adanmışlık olmak zorundadır.



Sürekli İyileştirmelerin amacı, sorunları daha olurken görüp, kriz haline gelmeden çaresine bakmaktır. Başarının sırrı bir emin olma duygusu yaratmaktır. Sizi kişi olarak büyütecek, gerekli eyleme geçirip kendi hayatınızı ve çevrenizdekilerin hayatını daha güzelleştirmenizi sağlayacak türden inançlardır. Hemen şimdi tüm inançlarınızın getirdiği sonuçlara odaklanma alışkanlığını geliştirmeye başlayın. Acaba bunlar sizi arzuladığınız yönde eyleme geçirerek güçlendiren şeyler mi yoksa sizi geri mi tutuyorlar.Bu nedenle şu anda ne yapıyorsanız bırakın, on dakika boyunca biraz eğlenmeye kendinizi hazırlayın. Sizi güçlendiren ya da güçsüzleştiren tüm inançlarınızı, aklınıza geldiği gibi, liste halinde yazın. Bu liste, önemi yokmuş gibi gözüken küçük inançlardan büyük fark yaratan global inançlara kadar hepsini kapsamalıdır.
•             Eğer şöyle olursa-böyle olur türünden inançlara bir örnek: "Sürekli olarak elimden geleni yaparsam, başarılı olurum gibi şeylerdir.
•             Global inançlar'a gelince, onlara da şöyle örnekler verilebilir: "İnsanlar esas olarak iyidir." "Bütün kadınlar/erkekler kötüdür" gibi.
Yazacağınız inançlar kendinizle ilgili, fırsatlarla ilgili, zamanla ilgili, kıtlık ve bollukla ilgili inançlar olabilir. On dakika boyunca bunlardan aklınıza geldiği kadarını yazın. Lütfen kendinize, bunu hemen yapma armağanını sunun. Bu iş bitince, güçlendirici inançlarınızı nasıl daha sağlamlaştıracağınızı, güçsüzleştiricileri nasıl ortadan kaldıracağınızı size göstereceğim. Haydi, yapın!! Her iki listeyi yazabilecek kadar zamanınız oldu mu? Olmadıysa geri dönün ve şimdi bitirin! Bunu yapmakla neler öğrendiniz? Şimdi bir an durun, inançlarınızı gözden geçirin. Listenizdeki en güçlendirici üç inancın hangileri olduğuna karar verip bunları yuvarlak içine alın. Bunlar sizi nasıl güçlendiriyor? Bunların sizin üzerinizdeki olumlu süreç etkisini düşünün.
"Kendimi adarsam, olayları tersine çevirmenin bir yolu mutlaka vardır", şeklinde bir inanç sizce nasıl?. Listenizi gözden geçirin, duygusal yoğunluğunuzu güçlendirin, emin olma duygunuzu arttırın, bu inançların doğru ve gerçek olduğuna, size gelecekteki davranışlarda rehberlik edeceğine güvenin. Şimdi biraz sınırlayıcı inançlara bakalım. Bunları gözden geçirirken, bu inançların getirdiği bazı sonuçların neler olduğunu düşünün. En çok güçsüzleştiren iki inancı seçip yuvarlak içine alın. Bu inançların hayatınıza yüklediği maliyeti artık taşımak istemediğinize hemen şimdi karar verin. Unutmayın ki bu inançlardan kuşku duymaya başlar, geçerli olup olmadıklarını sorgularsanız, bunların referans ayaklarını sallamaya başlarsınız, artık o inanç sizi etkilemez olur.


Şimdi bu inançların size nelere mal olmuş olduğunu ve değişmezlerse, gelecekte getirecekleri maliyetleri düşünüp o konuya tam anlamıyla bağlanın. Buna öyle yoğun duygular bağlayın ki, bu inançlardan ebediyen kurtulmanızı sağlasın, hemen ….

Son olarak bir modeli bırakmak için yerine mutlaka bir yenisini koymak gerektiğini de hatırlamak gerekir. Şimdi hemen, seçtiğiniz iki sınırlayıcı inanç yerine koyabileceğiniz yeni inançları yazın. Örnek: "Kadın olduğum için asla başarıya ulaşamam" biçiminde bir inancınız varsa, yeni inancınız, "Kadın olduğum için, hiçbir erkeğin aklına bile gelmeyecek kaynaklarım var!!" biçiminde olabilir. Bu fikirden emin olmak için onu referanslarla destekleyin. Hayatınızda istediğiniz sonuçları elde edemiyorsanız, kendinize şu soruyu sormanızı öneririm: "Bu noktada başarılı olmak için neye inanmam gerekirdi
Eğer acı çekiyorsanız, kendinizi zorlukla yüz yüze, çaresiz ve öfkeli hissediyorsanız, kendinize şunu sormalısınız: "Böyle hissetmek için neye inanıyor olmam gerek. Örneğin kendinizi sıkkın ve üzgün hissediyorsanız, şöyle sorarsınız: "Bu depresyonu hissetmek için benim neye inanmış olmam gerek?" Herhalde şöyle bir şey bulursunuz: "İşler hiç düzelmeyecek" Ya da "Ben buna inanmıyorum! Şu anda kötü hissediyorum ama bunun ebediyen sürmeyeceğini biliyorum. Bu da geçecektir." Diyebilirsiniz.

Unutmayın ki hayatta hiçbir şeyin, sizin verdiğiniz anlamdan başka bir anlamı yoktur. Bu yüzden, bilinçli olarak, kendinize seçtiğiniz kaderle uyumlu olan anlamları seçip yükleyin. O zaman sizi güçlendirecek inançları seçin, içinizdeki en yüksek niteliklere seslenen bir kadere doğru yürütecek inançlar yaratın.

Muzaffer Dönmez: ŞEYTANDAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR

Muzaffer Dönmez: ŞEYTANDAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR: “Atatürk yüzünden, planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık.” diyen ABD’li bankacı iş adamı David Rockefeller, başka neler de...

Muzaffer Dönmez: ŞEYTANDAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR

Muzaffer Dönmez: ŞEYTANDAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR: “Atatürk yüzünden, planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık.” diyen ABD’li bankacı iş adamı David Rockefeller, başka neler de...

Muzaffer Dönmez: ŞEYTANDAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR

Muzaffer Dönmez: ŞEYTANDAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR: “Atatürk yüzünden, planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık.” diyen ABD’li bankacı iş adamı David Rockefeller, başka neler de...

ŞEYTANDAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR


“Atatürk yüzünden, planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık.” diyen ABD’li bankacı iş adamı David Rockefeller, başka neler demiş? Biraz uzun… Daha uzundu ama ben sadece bizim için önemli olan bölümlerini aldım. Oldukça düşündürücü…
İşte David Rockefeller’in söyledikleri:
TÜRKİYE'YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA "MARSHALL YARDIMI" İLE EL ATTIK
Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı.
Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.
1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.

BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ
En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce KAOS, sonra DÜZEN. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.
ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI
( Bu adama da anıtkabir yapıldı. Hep aynı kafada olanlar devrinde. H.V.V )
Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut ÖZAL’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.
TÜRKİYE'DE PARA İTİBAR GÖRDÜ, ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU
Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.
"KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ" HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK
Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için ( PKK OLMALI )*** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.
TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ... SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA
Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;
Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:
Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.
İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler.
Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.
EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR
Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.( DİKKAT )
Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.
Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.
Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.
MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK, BU MİRASA EL KOYMALIYDIK
Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.
Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.
Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.
OSMANLI'YI YIKMAK ZOR OLMADI
“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.
Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu.
Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.
HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR
İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.
ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA'YA ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI
Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.
İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ'NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU
Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.
SOVYETLER BİRLİĞİ'NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ, MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ
Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.
ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK
Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.
VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ'NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI
Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim; Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı.
Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.
Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.
Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.
Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.
İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.
Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.
1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar.
Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.
ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA'DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI
Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.
Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.
Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.
Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.
Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.
Brezilya da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.
Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.
1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.
Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor.
Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.
BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ
Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.
İstanbul’daki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı.
New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler.
Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;
DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ
“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.
NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR
Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar.
Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler
.
İlk önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu...
Kaynak: Kitap ve röportajlardan kendi sözlerinden kurgulanarak derlenmiştir.

24 Temmuz 2014 Perşembe

Muzaffer Dönmez: UYANALIM VE KENDİMİZE GELELİM ARTIK

Muzaffer Dönmez: UYANALIM VE KENDİMİZE GELELİM ARTIK: ACI GERÇEKLER > "Arap menaibinde ve bilhassa Tefsir ilimlerinde, > Türkler insanlık düşmanı > bir canavar şeklinde... tasvi...

UYANALIM VE KENDİMİZE GELELİM ARTIK


ACI GERÇEKLER
> "Arap menaibinde ve bilhassa Tefsir ilimlerinde,
> Türkler insanlık düşmanı
> bir canavar şeklinde... tasvir edilmişlerdir. Akıl ve
> izana sığmayacak
> iftiralara uğramışlar ve ezcümle yamyamlıkla itham
> edilmişlerdir."
> İsmail Hakkı Danişment..
>
> Buhar-i,Tabar-i,Al-Bağdad-i,Al-Balhi, Beyzavi, Makdisi,
> Nesefi, Nüveyri, İbn’il
> Esir ve diğer Tüm Arap ulemaları; yecuc ve mecuc ün
> aslında Türkler olduğunu ve
> hem Araplara hem de insanlığa felaket getirici yaratıklar
> olduğunu
> savunmuşlardır.
>
>
> Al-Bağdad-i;Lubab üt-Tevilfi maani-it Tenzil adlı
> kitabında: yecuc ve mecuc ün
> Türkleri tanımladığını belirterek yecüc
> sözcüğünün aslı ateşin şeraresi ve
> ışığı anlamına gelen Ecicünnar maddesindendir,
> onların bu adla çağrılmalarının
> nedeni ise "kesret ve şiddetleri itibariyle
> Ecic’e benzetilmelerindendir.
>
>
>
> Neslen
> Yafes ibn Nuh evladındandırlar ve Türkler onlardandır.
> Bu Türklerin ileri
> kollarının Suriye ve Horasanda bulunduğunu
> anlatır.
>
>
> Ahmed-i İskendernamesinde; Türk her şeyi yakıp yıkan
> yaratık olarak
> tanımlanmıştır. İbn Haldun un Mukaddime kitabında;
> Türkler, hırsız ve talan
> ruhlu, kaba ve haşin, ayağını bastığı her yeri
> harabeye çeviren, kanun ve hukuk
> duygusundan yoksun diye tanımlar.!
>
>
> Türklerle, Arapların ilk savaşı M.S.642 yılında
> Horasan, Maveraünnehir (Ceyhun,
> Seyhun ) ve Tohoristan bölgelerinde olmuştur.
> Görüldüğü gibi Arap orduları,
> TÜRK Yurtlarına saldırmışlardır. Arap tarihçilere
> göre güya Türkler 732 yılına
> kadar dayanabilmişler ve kâfirler dağılmışlardır.
> Arapların; Türk Yurtlarında
> akıttıkları oluk oluk kan M.S.1000’li yıllara
> kadar devam etmiştir. Türk Kentlerinin
> Araplar tarafından yakılıp yıkılması, çocuklarının
> kadınlarının kitleler
> halinde kılıçtan geçirilmesi, esir alınıp köle olarak
> Arabistan’a getirilmesi
> "cihat" gereği gösterilmiştir.
>
> Arap hutbelerinde "Ey. Allahım; Türklere ait ne varsa
> her şeyi yok et, onların
> güçlerini çökert, üzerlerine felaket yağdır"
> diye dualar edilmiş. Cemaatlerden
> de "hayır temenni etki, Allah onların ayaklarının
> altına buzlar
> yerleştirde kayıp düşşünler diye dualar
> istenmiştir.
>
>
> Cemal Abdulnasır; "çocukluk yıllarımda havada ne
> zaman uçak görsem
> mırıldandığım "ey büyük allahım ingilizi yok et
> "bedduasını istemez
> ve eleştirirdim. Zamanla öğrendim ki bu sözler bize
> memluklardan kalma. Oysa
> dedelerim yani Araplar) bu bedduayı Türklere
> (Memluklulara) karşı edermiş. "Allahım,
> sen Türk’ün belasını ver"
>
>
> 1919 yılı Paris konferansında; Emir Faysal,
> İngiltere’nin ve Fransa’nın isteği
> üzerine Türklere karşı birlikte savaş veren babamın
> isteğidir. "İskenderiye'den
> itibaren, Diyarbakır hattının güneyinden Hint okyanusuna
> kadar olan bölgenin BM’nin
> teminatı altında bağımsız Arap toprakları olarak
> tanınsın".
>
>
> 1924’lerde Mersinde Arap casusları "Arap
> Ocakları" adı altında
> örgütlenmişler ancak "İstiklal Mahkemeleri
> "örgütlenmeyi darmadağın
> etmiştir.
>
>
>
> 1965 yılında BM de Kıbrıs oylamasında Türkiye aleyhine
> oy kullandılar.
>
>
>
> 1976 yılında BM de Türkiye’nin Kıbrıs’ı
> terk etme oylamasında da çekimser
> kalarak Türkiye aleyhine karar çıkmasına neden
> oldular.
>
>
>
> 1975 yılında Mısır Başkanı Enver Sedat;
> Kıbrıs’a dönen Makarios’a kardeşlik
> telgrafı çekmiştir.O dönemde Filistin Kurtuluş
> Örgütü lideri Yaser Arafat; buraya
> dikkat) Kıbrıs Rumlarına "Biz sizleri kardeş
> mücadeleciler sayıyor,sizin
> zaferiniz bizimde zaferimiz olacaktır çünkü
> Düşmanımız ortak düşmandır."
> demiştir.
>
>
>
> Makariosun ölümünde tüm Arap Ülkeleri Bayraklarını
> yarıya indirerek 3 günlük
> yas ilan ettiler.
>
>
> Bu Kavm-i Necip’ler,1900 yıllarda Anglo-Saksonlarla
> işbirliği yaparak TÜRK’Ü
> arkadan hançerlemiş ve topraklarına onları
> yerleştirerek, Güney bölgelerimizin
> işgaline yardım etmişlerdir. Türklerin içlerine
> sızarak genellikle
> şeyhülislamlık makamlarına gelmişler. Çıkardıkları
> fetvalarla, Anadaolu
> Türklerini aşağılamışlar, yönetimin güvenine
> dayanarak kavm-i Necip (üstün
> kavim) unvanıyla her türlü hileye başvurmuşlardır.
> İngiliz Lawrens ile
> işbirliği ederek onları korumak amacıyla orada bulunan
> Türk askerini arkadan hançerleyerek
> Arap çöllerinde binlerce Vatan evladını şehit
> etmişlerdir.
>
> Tüm bu ihanetler, ATATÜRK döneminde; Türk çocuğu
> öğrensin diye ders kitaplarına
> konulmuş ancak onun ölümünden sonra ki 10 yıllık
> devrede kitaplardan
> çıkartılmıştır. Türk’ün 7000 yıllık
> islamiyet öncesi şanlı Tarihi görmezden
> gelinerek, 1071 başlangıç alınarak Türk evladına
> "Türk-İslam" sentezi
> uygulanmıştır.
>
>
>
> MS 642’den bugüne Arap’ın Türk’e olan
> kini yok sayılmıştır, sayılmaktadır.
>
> Her türlü melanet ; TÜRK’E karşı duyulan genetik
> kinlerden gelmektedir..Bugün
> Batılı güçler tarafından beslenen, desteklenen kahpe
> pkekeliler ,ermeni
> diasporası, mavri mira yanlıları (ekümenikler) arap
> topraklarındaki kamplarda
> eğitilerek üzerimize salınmaktadırlar.
>
> Ancak; ben Türk Ulusunun sıradan bir ferdi olarak;
> ortadoğu topraklarında ABD,
> İngiltere ve koalisyon güçlerinin ve İsrail in
> uyguladıkları amansız şiddeti ve
> kan dökmelerini nefretle kınıyorum. Çocuklara,
> kadınlara, savunmasız sivil
> halka uygulanan vahşet, insanlık dışıdır.
>
>
>
> "Özgürlük
> ve Demokrasi" yalanlarıyla o topraklarda katliam
> yapılıyor.
>
>
>
> Ancak tarihler boyunca ve şimdide Gazi Mustafa Kemal
> ATATÜRK’ÜN kurduğu Laik
> Türkiye Cumhuriyetini kafir ilan edenler; bombalanan
> camilerde ibadet eden
> müslümanlara uygulanan kanlı saldırılara karşı ne
> yapıyorlar.? Niye hiç bir
> Arabın sesi çıkmaz? Kendi ırktaşlarına yapılan
> katliamlara karşı! Eminim 70
> milyon Türk’ün; bu yapılanlar karşısında içleri
> sızlamaktadır. Çünkü biz
> Türkler uygarız,vicdanlıyız..
>
>
> Ancak "TÜRKÜN TÜRK'TEN
> BAŞKA
> DOSTU YOKTUR”.
>
>
> Ve işte durum budur..!!
Şanlı TÜRK Tarihini alçakça
> ters yüz eden Arapların ve Haçlıların "yerli
> misyonerleri"
TÜRK Ulusuna duydukları hain kinleriyle;
bölerek, yıkarak, talan ederek
> paramparça etmek yolunda
> çalışıyorlar..!!
>
>
> Bu ihanetleri görmeyenler,görmezlikten gelenler ve hatta
> yardım ve yataklık
> edenler kahrolsunlar..
>
>
>
> VE
> ARTIK SÖZÜN BİTTİĞİ YERDİR !!!
>
>
>
> Saygılarımla
>
>
>
> 10 Nisan 2005
>
>
>
> G. EYÜBOĞLU
>
>
>
> NE MUTLU TÜRKÜM
> DİYENE....
>
>
>
>
> İNADINA SONSUZA
> KADAR.

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Muzaffer Dönmez: BİR ORTADOĞU MASALI!

Muzaffer Dönmez: BİR ORTADOĞU MASALI!: http://www.egehabercisi.com/makale/muzaffer-donmez/bir-ortadogu-masali/150.html Muzaffer DÖNMEZ E-Posta : muzaffer.donmez@gmail.com ...

BİR ORTADOĞU MASALI!



http://www.egehabercisi.com/makale/muzaffer-donmez/bir-ortadogu-masali/150.html

Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
Ortadoğu’da bugünlerde şahit olduğumuz çatışmanın tasvirini akıl ve mantıkla yapmak oldukça zor. Tek görebildiğimiz ve anladığımız, bu çatışmanın son derece yoğun, çok kutuplu ve çok boyutlu bir hal aldığı. Bu durum, Ortadoğu’yu belki de tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar kırılgan bir coğrafyaya dönüştürmüş durumda. Söz konusu kırılganlık, her bir devlet için ayrı ayrı meydan okumalar ortaya çıkardı. Bu meydan okumalar karşısında, örneğin Türkiye gibi ülkeler istikrarlı bir düzen kurma arayışında; bazıları ise jeopolitik kavganın bizatihi tarafı olarak hareket ederek var olan çatlağı daha da derinleştiriyor. Ancak Ortadoğu’daki yeni duruma ortak bir çözüm üretme konusunda istekli gözükmeyen devletlerin sayısı hayli fazla. Bu acı ve gözyaşı bazıları için yeni menfaat argümanları olarak karşımıza çıkıyor.Bu nokta da aslında medenileştikçe insanlığımızı da yitirdiğimizi görüyoruz. Arap Baharı’na başlangıçta yüklenen anlamlar düşünüldüğünde elbette bugünlerin çok yakın olduğu aklıselimler tarafından öngörülmemişti. Arap Baharı, demokrasi-özgürlük, eşitlik ve adalet için aşağıdan yukarıya doğru bir toplumsal hareket olarak insanlara yutturulmaya çalışıldı. Burada Demokrasi’yi hediye paketi olarak sunanlar öncelikle ABD ve İngiltere idi ve yüzyıllardır bunu nasıl yaptıkları nasıl yapacaklarınında teminatıydı. Bugün yeni bir reform arayışında olmaktan ziyade “eski dönemi” aratan düzeyde bir tablo ile karşı karşıyayız. Suriye’de yaşanan iç savaş, taraflar açısından sonuç üretmekten uzak bir biçimde adeta olağanlaştı. Halk büyük çoğunlukla Esad’ı isterken hala onu istemeyen dış mihraklar tarafından bir trajedi sahnelenmekte. Libya, benzer şekilde düşük yoğunluklu bir iç çatışmanın içine doğru sürükleniyor. Kaddafi’den nefret ettiğini iddia edenler şimdi onu arar hale geldiler. Irak, parçalanmanın ve içe doğru patlamanın eşiğinde. Mısır, siyasi istikrarını korumakta güçlük çekiyor ve daha kötü bir döneme girmek üzere. Filistin-İsrail gerginliği, her an daha büyük başka çatışmaların fitilini ateşleyebilir. Filistin’deki durum gösteriyorki İsrail istemediği sürece bu katliam durmayacak. Türkmenlerin yaşadıklarına ise Türkiye dahil gözlerini ve kulaklarını kapatmış durumda. Rabia için hüngür hüngür ağlayanlar ise herkese sabrımızı taşırmayın mesajları vermenin dışında bir girişimde bulunmuyorlar. Bu arada İŞİD’in rehin tuttuğu görevlilerimizle ilgili herhangibir haber yok çünkü haber yapmak yasak.Bunu anlayabiliyorum ama bu rehinelerin suskunluğunu anlamakta zorlanıyorum. Irak Kürtleri, bağımsız bir devlete sahip olmanın belki de son aşamasında. Suudi Arabistan’ın tehdit algısı her geçen gün derinleşiyor. İran bir tarafta nükleer meseleyle uğraşırken hem Suriye’de hem de Irak’ta savaşan taraflardan biri. Egemenliğin hem sınırları hem de biçimi yıkıcı bir değişimle karşı karşıya kalmış durumda. Bilindik devlet egemenliği, yerini daha radikal dini bir egemenlik anlayışına bırakıyor. Güvenlik, kurumsal ve normlara dayalı mekanizmalar üzerinde inşa edilmek yerine, devlet dışında daha radikal örgütlenme biçimlerinin tekeline girmek üzere. BOP derken ortaya uzun yıllar istikrar ve barışın olmadığı,insanların tavuk gibi gırtlaklandığı,canı sıkılanın kadınlara tecavüz ettiği,yağmanın-talanın keyf aracı olduğu “UCUBE BİR ORTADOĞU”ile karşı Karşıyaka kalıyoruz. Türkiye’ninse geleceği belirsiz,uzun yıllardır dediğim gibi yeni bir Yugoslavya olmaya doğru hızla ilerliyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası ki,bana sorarsanız CHPMHP işbirliği olarak RTE’nin seçilebilmesi için EKMELEDDİN beyi aday olarak ortaya attılar. RTE’nin Cumhurbaşkanlığı’ndan hemen sonra Yarı Başkanlık veya Başkanlık için çalışmalara hızla başlayacaklar ve Doğu Kürdistan Eyaleti olarak yerini alacak. Bu bölge de sular duruluyor diyen optimistlere rağmen diyorum ki sular yeni bulanmaya başladı ve uzun yıllar durulmayacak….

17 Temmuz 2014 Perşembe

Muzaffer Dönmez: Pardayan olabilmek

Muzaffer Dönmez: Pardayan olabilmek: http://www.egehabercisi.com/makale/muzaffer-donmez/pardayan-olabilmek/149.html Muzaffer DÖNMEZ E-Posta : muzaffer.donmez@gmail.com Ço...

Pardayan olabilmek

http://www.egehabercisi.com/makale/muzaffer-donmez/pardayan-olabilmek/149.html

Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
Çocukken belki okudunuz belki okumadınız ama ölmeden önce mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Bugünün Türkiye'si özeti gibi bölümler yer almakta... 'Şövalye Pardayan' fenomeninin oluşmasını sağlayan Zévaco'nun 'Pardayanlar'ı, insanlığa dair pek çok ahlâki konunun altını çiziyor. 'Pardayanlar' serisi, tüm dünyada, kolayca taşınabilir sevimli cep kitapları formatında basılmasıyla tanınıyor. Serinin tanınan özelliği, sadece görsel boyutuyla ilgili değil elbette; yüz binlerce satıyor olması ve elbette, ana kahramanı Şövalye Pardayan'ın, hiçbir koşulda ödün vermediği inanç ve değerleri de her zaman popüler unsurlar. Michel Zévaco'nun kaleme aldığı Pardayanlar'ı, tüm dünyada bu denli popüler ve vazgeçilemez kılan sır nedir peki? Bu sorunun etrafında yanıt amaçlı bir gezintiye çıkmadan önce, Pardayanlar'ın temelde ne anlattığını, ana karakterlerin kimler olduğunu kısaca anlatmakta yarar var. Belki de soru, yanıtını da içinde taşıyordur çünkü. Pardayanlar'ın ana karakteri, iyiliği, dürüstlüğü, dostluğu ve onuru her zaman en üst seviyede tutan Şövalye Pardayan'dır. Kılıcını yalnızca iyilik amaçlı kullanır. Öyle ki, bu özelliği ona bir unvan bile kazandırmıştır; Gibaluee! Yoksulluğun onuru Pardayanlar'ın ikinci önemli karakteri Prenses Fausta ise olağanüstü güzel, Karun kadar zengin bir kadındır ve 'Kadın Papa' olmak için her türlü yöntemi, hiçbir ahlâki değeri gözetmeden deneyecek kadar hırslıdır. Fausta, her türlü alçaklığı, hiç düşünmeden, acımasızca ve köreltici bir hırsla hayata geçirirken karşısında sürekli Şövalye Pardayan'ı bulur ve Pardayan, Fausta'nın kötülüklerinin zarar vermesini bin bir güçlüğü aşarak engeller. Ancak, Fausta'nın, Pardayan'a umutsuzca ve delice âşık olduğunu söylemekte de yarar var; dolayısıyla, Fausta, bir yandan kutsal amacına ulaşmak için çabalarken bir yandan da Pardayan'ı elde etmek için uğraşır ve ona akla hayale gelmeyecek türlü çeşit tuzaklar kurar. Kalbini saf ve temiz Lois'e ayıran Pardayan ise 'iyilik' ve 'onur' kavramlarına öylesine inanmaktadır ki, Fausta'nın ölümcül tuzaklarından kendine has yöntemlerle kurtulmaya çalışırken, bu kötülükler prensesini de bazı tehlikelerden kurtarmaktan geri kalmaz. Yani, Pardayan, gerçek bir şövalye ruhuna sahip olduğunu her fırsatta kanıtlar. Tam bir kahraman olmasına rağmen Pardayan, varsıl değil, aksine, ancak kendine yetebilecek kadar yoksuldur. Buna rağmen, sonradan kendisine düşman olacak Dük de Guise'ın ve Catharine de Medicis'in önerdikleri büyük zenginlikleri elinin tersiyle iter. Önerdiği serveti hiç düşünmeden elinin tersiyle iten Pardayan'a çok öfkelenen Catharine de Medicis, onu Batlille Hapishanesi'ne atar. Pardayan'ın, buradan kurtulma yöntemi hayli eğlencelidir... Michel Zévaco, bu yapıtını aslında son derece basit, birbirinin karşıtı olarak hayatımızın içinde her zaman var olan ve birbirini karşıtlar olarak bütünleyen trükler üzerinde kurmuş; doğruluk/yalancılık, iyilik/kötülük, sevgi/nefret, yoksulluk/zenginlik, adilik/onur, namus/namussuzluk, ahlak/ahlâksızlık gibi... Zévaco, içinde iktidar olma hırsının, aşkın, savaşın, türlü çeşit entrikanın, kumpasın, ölümcül tuzakların, şaşırtıcı kurnazlıkların, güçler savaşının yer aldığı macera romanları yazmıyor anlayacağınız; aynı zamanda, evrensel doğruları ve yanlışları bizlere bir kez daha sorgulatmaya, üzerlerinde düşünmemize çabalıyor. Aslında, bu bağlamda, beslendiği felsefi damarların, klasik kutsal kitaplar olduğunu bile söylemek mümkün; bütün kutsal kitaplar, Zévaco'nun vurgulamaya çalıştığı evrensel iyilik ve kötülük kavramlarını kendi özgün söylemleriyle işlerler bilindiği gibi. Zévaco'nun yaptığı ise bu anlamda hayli yararlı ve 'hayırlı' bir iş; çünkü bu kavramları, ağır, ağdalı, sıkıcı bir konseptten çıkartıp eğlenceli ve akıcı bir macera eşliğinde, yormadan, zorlamadan, usul usul, tatlı tatlı irdeliyor. Yer yer kendi duruşunu, kahramanları aracılığıyla belirlemekten de geri durmuyor bu arada yazar. Sözgelimi, felsefeci Bay Loyola'ya, günümüz iktidarları için geçerliği hala kuşkusuz olan şu sözleri söyletiyor: "Utanarak yalan söylerseniz halk iğrenir ya da iğrenir gibi görünür. Eğer yalanı hararetle söyler ve gereken bütün gücünüzle onaylarsanız, ara vermeden tekrarlarsanız, halk doğruyu söylediğinizi görecek, yalan söylediğinizi anlarsa, yalanınıza inanır gibi yapacak. Bütün gereken de budur. (...) Gerçeğe benzemeyen yalan yoktur; sadece yalan söyleyenin utangaçlığı vardır."(s. 338) İçinde günümüzü çok iyi anlatan,sanki bugünler için yazılmış bölümler var.

15 Temmuz 2014 Salı

Köy Enstitülerinin Kuruluşu


8 Nisan 2013 Pazartesi 10:33


Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, 1926 yılında “ Toplam 4 Köy Muallim Okulunu” açtıktan sonra, Saffet Arıkan’ın 1936 da önce, Eğitmen kursu,sonra Köy Muallim Mekteplerinin ihyası, bunlardan alınan iyi sonuçlar sonrasında, 3 yıllık deneme sonunda 17 Nisan 1940 MEB Hasan Ali Yücel döneminde 3803 sayılı kanunla . “Köy Enstitüsü” açılmıştır. 1941 de, 4274 sayılı yasa ile de, köylerde çalışacak sağlık memuru ve ebelerin bu okullarda yetiştirilmelerine karar verildi. 1935 verilerine göre 16 milyon nüfusumuzun  12 milyonu köylerde yaşıyordu. Köy ve toprak ağaların emrinde, onlara bağımlı şekilde yaşamlarını sürdürüyorlardı. 40 .000 köyün 35.000’ inde okul ve öğretmen yoktu. 1. 700. 000 çocuktan sadece 300 .000’ i okula gidebiliyordu. Bunlardan sadece 1/1000 ‘i üst kademedeki okullara devam edebiliyordu. Yüzdeye vurduğumuzda, erkeklerin % 76.7 si, kadınların % 91.8 zi okur yazar değildi. Mevcut öğretmenlerin %78 ‘i kentlerde çalışıyor. % 22 ‘si de okulu olan 4-5 bin köyde çalışmaktaydı. Şehirlere alışkın olan öğretmenler, uyum sağlayamama nedeniyle köylere gitmeyi düşünmezlerdi. Köye, çiftliğe, mezraya herhangi bir doktor , hemşire, ebe gitmezdi. Hastalar, üfürükçülerin, muskacıların, eğitimsiz ebelerin eline bırakılırlardı.Ülkenin bu durumu, Atatürk ilke ve inkilaplarına, Cumhuriyete ve halk felsefesine uymuyordu. Çare arayan zamanın MEB Saffet Arıkan ve İsmail Tonguç’un uğraş ve 3 yıllık denemeleri sonunda Köy Enstitüleri kuruldu..Tarihi Süreci ve İncelme  Bu yönde köy okullarında okuma yazma, matematik öğretimi için eğitici eleman yetiştirmek amacı ile 11.06.1937 Tarih ve 3238 tarih sayılı "Köy Eğitmenleri Yasası" çıkarıldı. Daha sonra 07.07.1939 Tarih ve 3704 sayılı "Köy Eğitmen Kursları ile Köy Öğretmen Okulları Yasası" çıkarıldı. Bu yasa çerçevesinde Eskişehir, İzmir, Kırklareli, Kastamonu, Samsun illerinde köy öğretmen okulları açılmıştır. Aynı an da  Köy öğretmeni yetiştirme çalışmaları hızlandırılmış ve 17-29 Temmuz 1939 Milli Eğitim Şurası'nda alınan karar doğrultusunda 17.04.1940 Tarih ve 3803 sayılı ile "Köy Enstitüleri Yasası" çıkarılmıştır. Köy Enstitüleri Yasası ile daha önce açılmış ve eğitim öğretim yapmakta olan köy öğretmen okullarını da köy enstitüleri statüsü altında toplanmış; köyde üretim ve kalkınma ön plana alınmıştır.  Köy Enstitülerinin çoğu ilk üç-dört yılda kuruldu; Türkiye genelinde sayısı zamanla 21'e çıkartıldı. Köy enstitüleri temel misyonunu iş, zanaat ve sanat deneyimli, yetenekli köy koşulları ile barışık köy öğretmenleri, teknik ve sağlık elemanları yetiştirmekti. Köy enstitüleri öğrencileri ilk yıllarda eğitim öğretim süreci içinde önce kendi okullarını, atölyelerini, iş yerlerini bizzat kendileri yapmışlardı. Eğitim öğretim, uygulama ve iş süreçlerinde çevreye ve doğaya uygunluk, kendi kendini yönetme, kendi kendine çalışma ilkeleri ve yöntemleri izlenmişti. Köy Enstitüleri bu doğrultuda eğitim öğretim çalışmalarını kalitelerini artırarak 14 yıl başarı ile devam ettirmiştir. Bu dönemde 17 341 öğretmen, 8 675 eğitmen, 1 248 sağlık memuru olmak üzere toplam 27 264 eleman yetiştirmiştir.  Bu gelişim süreçlerinde diğer yandan 1950'li yıllarda ABD ve Avrupa ülkelerinde şehir nüfusu % 70'ı aşmışken Türkiye'nin nüfusu 21 milyona, şehir nüfusu ancak 5-6 milyona yaklaşmıştı. Çağdaş yaşama, dini inanca ve bilime dayalı idealistlik ve seçkinlik önem kazanırken gerçekçilik, üretkenlik, verimlilik biraz ihmal edilmeye başlandı. Köy enstitülerinde de bu bağlamda temel ve teorik bilgilere, eğitim ve kültür bilgilerine önem veren bakış açıları gelişmekteydi.  Öğretmen yetiştirme bakış açılarında beliren bu yeni yaklaşımlar doğrultusunda 5-14 Şubat 1953 Tarihli Beşinci Milli Eğitim Şurası'nın köy öğretmen okulları ile köy enstitülerini birleştirme kararları doğrultusunda 04.02.1954 Tarih ve 6234 sayılı "İlk Öğretmen Okulu Yasası" çıkarıldı.
Köy Enstitüleri Neden Kapatıldı?Köy Enstitüsü yasasının kabülü sırasında, bunun uzun ömürlü olmayacağı belliydi. TBMM nde 426 kayıtlı Milletvekili vardı. Oylama gününde, başta Celal Bayar, Adnan Menderes olmak üzere, sonradan Demokrat Parti’yi kurup-katılacak olan 148 Milletvekili meclise gelmediler. Yasa, gelenlerin oybirliği ile, 278 oyla kabul edildi.. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de, yasayı destekliyor ve “Kitap mermi gibidir” veciz ifadesiyle taraf olduğunu belirtiyordu.Bazı güçler yasanın çıkmasını istemiyordu. Çıktıktan sonra da aleyhine propoganda yapmaya devam ettiler. Daha çocuk yaştaki Köy Enstitüleri boy hedefi olmaya başlanmıştı. Büyük toprak ağası, Eskişehir Milletvekili Abidin Fotuoğlu, bir konuşmasında , henüz mezun dahi vermeyen Köy Enstitüler için 1943 de, “Bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler” demiştir. CHP “Çiftçiyi Topraklandırma” adlı yasa taslağını TBMM’ ne getirdiğinde, birçok Milletvekili istifa etti. Bunlar Demokrat Partiyi kurdular. Bilindiği gibi bunların çoğu, toprak ağası, köy ağası, şeyhler, dedeler olup söz sahibiydiler. Tabiatıyla Köy Enstitüsüne karşı olacaklardı. Yetişen gençler, babalarına benzemiyor. Ağalık ve aşiret düzenine karşı baş kaldırıyorlar. Şeyh ve şıhların eteklerini öpmüyorlar. Ağaların önünde baş eğmiyorlar. Bilime önem veriyorlar. Ağalık sistemini ve köylünün fakirliğini sorguluyorlar. Hak hukuk aramaya başlıyorlar. Atatürk İlke ve İnkilaplarını, düşüncelerini en üst seviyede tutmaya çalışıyorlardı. Bu gençlerin çoğalması, Birçok insanın menfaatlarına dokunacağı kaçınılmazdı. Hatta CHP de kalanlar içinde de, Köy Enstitüsüne karşı homurdananlar gün geçtikçe çoğalmaya başladı. . İstifaların durdurulması lazımdı. . Bir gün, Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne ziyarete giden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, bir kız öğrenciye, çantasında neyin olduğunu sorar. Kız çantayı açar, göstererek, “ Bir parça ekmek, bir parça köfte ve birde Dünya Klasikleri’nden bir kitap “der. İnönü mutlu olur. Etrafındakilere dönerek, “ Ne zaman Türkiye’de, erinden generaline, sade vatandaşından Cumhurbaşkanına kadar, herkes, ekmekle kitabı bir araya getirebilirse, gerçek kalkınma başlamıştır demektir “ diyen İnönü, yandaşlarının baskılarına dayanamayarak, Hasan Ali Yücel ve İsmail Tonguc’u görevden alarak, MEB na Reşat Şemsettin Sirer’i getirdi. Tonguç, önce Talim Terbiye kuruluna, sonra da bir okula öğretmen olarak atandı. Sirer, 1947 de, “tüm Köy Enstitülerinin kuruluş özelliklerinin ortadan kaldırıldığını, bu okulların sıradan bir köy okulu olduğunu “ söyleyerek, müfredat programını değiştirdi. Böylece, erimekten korkan İnönü’nün sırtından da yük kalkmış oldu. İşte bu dönem, sağcılara yaranmak, CHP yi toparlamak için okullarda din dersleri ve İmam Hatip Okullarının açılması dönemidir.1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti, 27 Ocak 1954 de 6234 nolu yasa , ile uygulamaya tamamen son verdi.Köy Enstitülerinde toplam olarak 17342 öğretmen yetişmiştir. Bunların 1398 i bayan 15943 ü erkektir. Yine bu okullarda 7300 sağlık memuru, 8756 eğitmen yetişmiştir.Köy Enstitüleri Kapanmasaydı Ne Faydası Olurdu?Köyden kente göçler yapılmazdı,Yoksulluk yok denecek kadar azalırdı,Okuryazar olmayan  kalmazdı,Sanayi ürünü ithal etmezdik,Tarım ürünleri ithal etmezdik,İhracatımız - ithalatımızdan az olmazdı,Terör olmazdı,Töre cinayetleri olmazdı,Dershanelere gerek olmazdı.Hapishanelerimiz dolup taşmazdı,Kimse bir karış toprak isteyemezdi.Dünya da gerçekten kendi kendine yeten,dışarıya bağımlı olmayan bir ülke olurduk.CANIM TÜRKİYEM!

http://egemetropolgazetesi.com/yazar/koy-enstitulerinin-kurulusu-49.html

2+1=?


15 Nisan 2013 Pazartesi 14:29

Türkiye nev-i şahsına münhasır* bir ülke.
Dünya’nın başka yerinde bilinen doğru Türkiye de yanlış olabilir ya da tam tersi…
Örneğin:
Cumhuriyet’in ilk yıllarında 2+1=3 çıkardı.
Daha sonra 2+1= “Milli Şef” bilir oldu.
Biraz daha geçti 2+1=(Her mahalle de bir milyoner yaratacağız)mantığı ile sonuç (Hazine’nin tüm imkanları ile )4-5 etmeye başladı.
Zaman geçti 2+1=(Emek yoğun )mantığı ile 1.5 falan etmeye başladı.
Bu arada ülke de aklı başında,matematiği de bilen insanlar vardı.Onlar sonucun 2+1=3 olduğunu biliyorlardı ama sessiz kalmayı tercih ediyorlardı.
Cahilin bol olduğu yerde bilgilininde sesi çıkmazsa meydan hep cahillere kalır ve
“Cahile cahilliğini anlatabilmeniz için bile bilgili olması lazım “dır.
Arada rap-rap sesleri de oldu, 2+1=’e onlar karar verdiler.
Hatta, 2+1=”Ben bilmem Milli Güvenlik Konseyi bilir”dönemleri de oldu.
Sonra demokrasi gelsin,matematik sevinsin dediler ve “globalleştik” 2+1=20-25 dönemlerine geldik,matematik de sevindi,hatta PAPATYA’lar bile açtı (şimdi çoğu solmuş vaziyette).
Velhasıl,şimdi de 2+1=(Amerika’ya da soralım)mantığı yerleşmeye başladı.
Bu ülke de her şeye rağmen hala 2+1=3 olduğunu bilenler vardı,hala susmayı tercih ediyorlar.
SUSTUK,SUSTUNUZ,SUSTULAR!
Dolayısıyla,en basit matematik işleminde bile sonucu bulamaz olduk.
Saygılarımla Türkiye
Muzaffer DÖNMEZ


* kendine benzer, kendi gibi, kendi türünde benzeri yok.

Stalin’in Tavuğu


11 Nisan 2013 Perşembe 12:07

Aşağıdaki olay kayıtlara geçmiş,yaşanmış bir olaydır.
Aynı şey yıllardır bu ülke de de yaşanıyor.
Kıssadan hisse herkes kendine bir pay çıkartabilir.


Stalin çalışma odasına yakın dostlarını toplamış sohbet ediyordu. Votka şişelerinin biri gidip, diğeri geliyordu. Kafalar iyice dumanlanmıştı. Stalin kan çanağına dönmüş gözlerini etrafında dalkavukluk yarışına girmiş adamlarına çevirerek sordu: 
-Saçını ihtilalde, halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış dostlarım… Söyleyin bakalım halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı, nasıl davranmalıdır?
Her dumanlı kafadan bir ses çıktı. Kimisi adaletten, haktan söz etti… Kimisi demokrasiden… Kimisi sürgünden, sehpadan, hapisten…
Stalin, beğenmedi adamlarının izahatlarını…
Bir kadeh daha votka çekerek şöyle dedi:
-Yönetimi eline geçiren hükümdar en yücedir! Halkın karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini durun da şu beyinsiz kafalarınıza çivi gibi çakayım…
Hemen hizmetçileri çağırıp emretti.
-Çabuk bana bir tavuk getirin…
Aceleyle bir tavuk kapıp getirdi adamları… Stalin, kafaları iyice dumanlanmış adamlarının gözleri önünde başladı canlı canlı tüylerini yolmaya tavuğun. Bütün tüyleri yolunup cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverdi, lider…
-Şimdi izleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk…
Zavallı tavuk bu azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dışarı canını atayım diyor, soğuktan tir tir titriyor… Masaların altına giriyor, köşeli masa ayakları canını yakıyor… Duvar diplerine koşuyor teleksiz, tüysüz kanatları yara bere içinde kalıyor… Şömineye yaklaşıyor tüysüz derisi kavruluyor…
Çaresiz, tüylerini yolan Stalin’in bacakları arasına saklanıp, sığınıyor… O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp önüne tane tane atıveriyor yolunmuş tavuğun… Yemlenen tavuk, Stalin nereye yönelse peşinden koşuveriyor..
Ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakıp, şöyle diyor Stalin:
-Gördünüz mü, halk dediğiniz topluluk bu tavuk gibidir. Tüylerini yolup al ve serbest bırak… O zaman yönetmek kolay olur…
Stalin’in sofra dostları hayretler içinde kalıp:
-Vay anasını birader, adamdaki akıla bak, diye başlarını salladılar…