29 Ocak 2015 Perşembe

Muzaffer Dönmez: Suudi Krallığı

Muzaffer Dönmez: Suudi Krallığı: Muzaffer DÖNMEZ E-Posta : muzaffer.donmez@gmail.com   Elhamdülillah hepimiz Müslümanız,bizler ölenin arkasından konuşmayız.Çünkü,...

Suudi Krallığı


Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
 
Elhamdülillah hepimiz Müslümanız,bizler ölenin arkasından konuşmayız.Çünkü,dünya ile işi bitmiştir ve bundan sonrası onunla yaradan arasındadır.
Ancak,kendi babası arkasından bile ağlamayıpta Kral’ın arkasından ağlayanlar iççinde bu aileyi iyi tanıması için bazı şeyler yazmak zorunda kaldım.
Yanlış anlamayın kimseye düşman olmadım bugüne kadar,kimseninde yandaşı olmadığım gibi…
Öncelikle Suud ailesinin kervan soyucu bir aile olduğunu hatırlatmak isterim.Ailenin temelinde kan ve talan var… 
Her zaman bir dış koruma arayışında olan, Arap Yarımadasının gayri meşru saltanatı Suud Hanedanlığı, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyada kolluk kuvveti olarak öne çıkan Sam Amcayı memnuniyetle kucakladı(ya da Sam amca onu kucakladı).
 
 Hicaz İslam topraklarında İngiliz emperyalizmi eliyle Suud krallığı kuruldu kurulalı, Suudi kraliyet ailesinin İslam ümmetine yapmadığı ihanet kalmadı...  
 
 
 İngiliz emperyalizmi eliyle Suud krallığı kuruldu kurulalı, İbn-i Suud’dan bu yana, Suudi kraliyet ailesinin İslam ümmetine yapmadığı ihanet kalmadı.
 
Osmanlı zamanındaki ihanetleri bir yana, İslam Ümmeti’nin zenginliklerini başta Amerika olmak üzere emperyalistlere peşkeş çekmesi, bir avuç kraliyet ailesi petro-dolarlarla zevk-u sefası içinde yaşarken İslam Ümmetinin acı, mahrumiyet ve çığlıklarına gözlerini kapaması Suudi rejiminin değişmez karakteri olmuştur.
 
1948 yılında Siyonist rejimin Filistin topraklarında kurulmasıyla birlikte, bu altmış yıllık zamanda, eğer Siyonist katiller mazlum Filistinlilerin evlerinden yurtlarından edip hunharca katletmişlerse, bu katliamlarında en büyük desteği başta Suudi rejimi olmak üzere bölgedeki Amerikan rejimlerinden görmüşlerdir.
 
Siyonist rejim şefleri kendileri açısından sürekli “düşman” tanımlaması “tehdit”  ve “tehlike” tanımlaması yapıyorlar; bir gün olsun bu tanımlamaların içinde Suud rejiminin adı geçti mi?
Bir gün olsun Riyad, Mekke, Medine şehirlerinde, Siyonist rejimin katliamlarını protesto etmek için sokakları  dolduran kalabalıkları gördünüz mü? Hicaz’ın müslüman halkı elbette tüm bu yaşananlardan bizardır; ama eğer caddelere dolmaya kalkarlarsa karşılarında otomatik silahlı Suud güçlerini göreceklerdir!  
 
Böyle bir Suud rejiminin Sünnilikle ve Sünni Müslümanlarla ne ilgisi var?
Bu Suud yöneticilerinin “Sünni Müslümanlar”ı gerçekten düşündüğünü bir an farzetsek bile, peki o zaman “Filistinliler Sünni değil miydi?” diye soran olmayacak mı?
Suud kralının İngiliz kraliyet prensesi Lady Diana’nın düğününde gösterdiği cömertliği, teslim alınmak için açlığa mahküm edilen Filistin halkı için göstermediğini herkes biliyor.
 
Suud Krallarının geleneğinde İngiliz kraliçeleri ve prenseslerine mücevher hediye etme gibi bir alışkanlık vardır. 1967 yılında İngiltere'ye giden Suud Kralı Faysal İngiliz kraliçesine paha biçilmez bir gerdanlık hediye eder, Aynı geleneği sürdüren Kral Halid ise aynı şekilde 1979 yılında İnglitere'ye gittiğinde İngiliz kraliçesine bir gerdanlık hediye eder.  
 
1985’li yıllarda, Lübnan’ın İslami direniş önderlerinden Seyyid Muhammed Fadlullah’a yönelik yapılan ve 60’dan fazla müslümanın şehadetiyle sonuçlanan CIA suikastının, Suudilerin Amerikan Büyükelçisi Faysal bin Tallal tarafından finanse edildiğini, ve bu suikastın daha sonra CİA ajanı tarafından itiraf edildiğini biliyorsunuzdur.
 
 Biraz da geçmişi tarayalım;
 
İngilizlere bağımlılığı, İhvan'a verdiği İslam Şeriatı'nın hakim olduğu bir devlet kurma sözüyle çelişir nitelikteydi. İngilizlerden aldığı mali destek konusunda İhvan mensubu müttefiklerinin hiçbir şekilde haberi yoktu. Aksi taktirde kendisini kafir ilan etmeleri ve onun safında savaşmanın aksine isyan çıkarmaları işten bile değildi. Eğer zamanında İhvan’ın bu ilişkilerden haberi olmuş olsaydı, bugün "Suudi Krallığı" diye birşeyden söz etmek mümkün değildi.
Abdulaziz için İhvan ile İngilizler arasında bir seçim yapmanın vakti gelmişti. Ancak bunu elinden geldiğince ertelemenin peşindeydi. Geçen süre zarfında kraliyetin getirdiği zengin bir hayatın tadını çıkarmaya devam etti. Hicaz'a hakim olması hasebiyle her yıl hiç de azımsanmayacak miktarda hac geliri kendi kasasına aktı. Tüm bunları silahlanma yolunda harcadığı kadar, arabalar gibi lüks mallar için de harcadı. 
1926 sonunda, kendini Necd'in de kralı ilan ettiği Riyad'a bir süvari alayı ile birlikte giriş yaptı. O andan itibaren iki krallığı(Hicaz ve Necd) hakimiyetine altına aldı. Suudi Arabistan Kralı ilan edildiği 1932 yılına kadar iki krallığın kralı olarak kaldı.
1926'yı takip eden yıllarda, İhvan'ın Abdulaziz'le arası açılmaya başladı. Mekke, Medine, Cidde ve Riyad'ı Kral'a bırakarak memleketlerine geri döndüler. Ancak, çölde yalnız değillerdi. İngilizler emperyal emelleri doğrultusunda Ürdün, Irak, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri'ni kurmak amacıyla çöl boyunca rastgele sınırlar çizecekti.
 İngiliz Emperyalizmi şimdi çölün Araplarıyla çatışıyordu. İbn Suud’un da İhvan'ı hizada tutma konusunda endişeleri olduğundan, bu durum onun da işine geldi. Topraklarına katabileceği başka yer de kalmamıştı ve bir İngiliz müttefiki olarak sınırlarının farkına varmıştı. Dolayısıyla İhvan'a daha fazla ihtiyacı yoktu ve katı şer'i kurallarla yönetilen bir devlet kurmaya yönelik niyetlerini de yitirmişti. Bu Abdulaziz ve ailesinin iktidara gelebilmesi için bundan sonra kirli oyunlar oynamasına gerek kalmaması demekti. Halka korku salarak itaatini sağlamak adına şeriatın katı yönleri saray duvarları dışında hiç bir taviz verilmeden uygulandı. İçerideyse, her türlü ahlaksızlığa izin verildi.
1928 ve 1929 yıllarında İhvan'a karşı bir dizi şavaş yapıldı. En bilinen çatışmaların bir kısmı 1929'da vuku buldu. Bunlardan ilki Ertaviyye'ye komşu Sebile'de gerçekleşti(Mart 1929). Bu savaşta Mutayr Prensi Faysal el Daviş ve Sultan ibn Bicad el Uteybi yenilgiye uğradı. İbn Bicad hapsedildiğinde el Daviş yaralanmıştı. İbn Suud ayrıca İhvan'ın kalesi olan Gatgat şehrinin işgaline devam edilmesini emretti. Mayıs 1929'da, Zeydhan bin Hisleyn el Acman, Fahd bin Abdullah bin Caluvi tarafından oyuna getirildi ve barış müzakereleri esnasında öldürüldü. 
Bu ihanet tüm Necd'in ibn Suud'a karşı ayaklanmasına sebep oldu. Acman, Uteybe ve Mutayr ittifak ettiler, ancak İngilizler müttefiki olan Suud'u silahlarla, hava ve kara araçlarıyla ve istihbarat sağlayarak destekledi.
 Ağustos 1929'da Faysal Daviş'in oğlu Aziz İngilizlerin desteklediği Suud birlikleriyle Urduma bölgesinde amansız bir savaşa girişti. Kanlı bir savaşın ardından Aziz ve adamları hezimete uğradı. Kendisi çölde susuzluktan öldü ve iskeleti aylar sonra bulunabildi. Bu hezimet yalnız kısa bir süre daha sürecek İhvan direnişine büyük darbe vurdu. Sahip oldukları kılıçlar ve develer İngilizlerin silahları ve motorize kuvvetlerine denk değildi. İngilizler Abdulaziz'e finansal destekle kalmadı; önce Hüseyin bin Ali'ye, sonra İhvan'a karşı savaşırken ona arka çıktı.
İngilizler böylece Arap Yarımadası'nda kendisine yer edinebilmiş oldu. İhvan'ın etkisinden kurtulan İbn Suud bundan böyle 'Krallığının' kapılarını sonuna kadar yabancılara açacaktı. 
İngilizler her zamanki gibi herkesten öndelerdi. 
1960'lı yılların başında saf değiştirip Rusların tarafına geçen Kim Philby'nin babası Harry St. John Philby eksantrik bir İngiliz’di. Müslüman oldu ve iyice ihtiyarlamış Abdulaziz ibn Suud'un danışmanı oldu. Philby Suudi politikalarını her bakımdan yönetmeye başladı.
Kısa süre sonra büyük buhranın dünya çapında etkisini göstermesi sebebiyle neredeyse bir hiç haline geldi. Bununla birlikte hac trafiği düşmüştü ve bu durum Abdulaziz'in ocağına incir ağacı dikilmesi demekti. Acil nakde ihtiyacı vardı. Yardım eli Charles R. Crane eliyle ABD'den geldi. Crane’in geçmiş yıllardan Müslüman coğrafyada tecrübesi vardı. 
1919'da Başkan Woodrow Wilson tarafından Dr. Henry King'le birlikte Filistin topraklarını Siyonistlere pay eden komisyona(King-Crane Komisyonu) Filistin halkının isteklerini belirlemek üzere gönderilmişti.
1931'de Arap atları için gelen Crane gezisini kuş uçmaz kervan geçmez Arap çölünde petrol arama anlaşmasıyla sonlandırdı. Siyah altın 1908 yılında İran'da çoktan bulunmuştu; Bahreyn'deki keşfi ise Standard Oil Company of California (SOCAL) yapmıştı. Şimdi de SOCAL adına çalışan Philby, Crane'in ajanları üzerinden yaptığı bir ön çalışmadan sonra Arabistan'ın doğusunda yer alan Hasa'da bir Amerikan firmasına 60 yıllık imtiyaz sağlayan anlaşmaya aracılık yaptı. Amerikalılar Abdulaziz'e ödemeyi altınla yapmayı kabul ettiler. Sonraları Arap-Amerikan Petrol Şirketi(ARAMCO)'ne dönüştürülecek olan Socal, ilk petrolü Mart 1938'de buldu. İlerleyen zaman zarfında daha fazla petrol rezervi keşfedilmişti ve İbn Suud yönetimindeki Arabistan İkinci Dünya Savaşı'nın patlak verdiği yıllarda çoktan yeni servetleri kovalama yolundaydı.
Ancak savaş yıllarında Amerikalılar tankerlerini petrol getirmek üzere Basra Körfezi gibi uzun bir mesafeden geçirme riskini güç yetiremiyorlardı. Bu yüzden Abdulaziz'in gelirleri tekrar düşmeye başladı. Ancak, İngiltere tekrar imdadına yetişti.
 1940'ta, İngiltere kemer sıkma politikasına gitmesine rağmen, açlık ve sefaleti bastırmak adına ve de müttefikini savaş sonrasında da iktidarda tutabilmek için gıda ve erzak yardımında bulundu.
Savaş yılları herkes için çok bereketsiz geçiyordu; özellikle de hac gelirleri, hurma satışları, İngiliz yardımları ve petrol gelirlerine bağımlı Abdulaziz bin Suud için. Şavaş her şeyi etkilemişti. Hacı sayısı 1940'ta 32 bin'e kadar düşmüştü. Nejd'de kuraklıktan da etkilenen hurma satışlarına bir darbeyi de hacı sayısındaki düşüş vurmuştu. Savaş süresince Amerikalıların tankerlerini riske atmak istememesi gibi İngilizler de Abdulaziz'e yardım etmeyi göze alamıyorlardı.
Ama şans Abdulaziz’den yanaydı. 1943'e gelindiğinde müttefiklerinin petrol tedarikçisi Amerikalılar birdenbire dünyanın günlük petrol tüketiminin %63'ünü ürettiklerinin farkına vardılar. Bu hızla yerel rezervlerini yıllık %3 oranında tüketiyorlardı. Bu, süper güç olma vizyonu taşıyan bir ülke için akıl almaz bir durumdu. ABD İçişleri Bakanı Harold L. Ickes,  “save American oil: burn foreign oil.”(Amerikan petrolünü koru: yabancı petrolü yak) gibi dahiyane bir fikirle ortaya çıktı. 1942 tarihli bir ABD bildirisinde şu ifadeler geçmekteydi; “Suudi Arabistan petrol kaynaklarının geliştirilmesi dışa dönük ulusal çıkarlarımızdan biri olarak değerlendirilmelidir.” Bu gibi ‘hayati derecede önemli’ çıkarlarını korumayı prensip edinmiş Amerikalılar 1943 yılında imzalanacak bir kiralama anlaşmasıyla çıkageldiler. Petrol gelirlerine ek olarak, yapılan anlaşmayla birlikte iki yıl içerisinde 33 milyon dolar Abdulaziz'in kasasına aktı. Amerikalılar Arabistan'ı soyup soğana çevirirken, para sıkıntısı çeken Abdulaziz adeta altın damarı keşfettiğini düşünüyordu.  Bir derebeyi gibi petrolden elde edilen tüm geliri babasının malı gibi oğullarına, akrabalarına ve dalkavuklarına saçıyordu. Bu durum aynen bugün de devam ediyor.
1943'ten beri Amerikalılar pervasızca yaptıklarına devam ettiler. 50'lerde ve 60'larda Amerikan şirketleri petrolün variline istedikleri fiyatı ödüyorlardı.
 Mesela, 1960'ın Ağustos’ta, bugünkü adı ExxonMobil olan Esso Şirketi'nin CEO'su Monroe Rathbone, tek taraflı olarak şirketinin petrol üreticilerine ödediği rakamı 2 $'dan 1,8 $'a düşürme kararı aldı. OPEC henüz kurulmamıştı. Eylül 1960'tan, yani kurulduktan iki yıl sonrasında bile Amerikalılar bu kurumu tanımayı ve anlaşmaya oturmayı reddediyordu. Yalnız ABD'nin Arabistan'dan tek çıkarı petrolle kalmıyordu. Dönemin süper gücü İngiltere'nin tahtının varisi olarak ABD şimdi de dünyanın nizam koyucusu olmak istiyordu. İngilizlerin asrın başında fark ettikleri gibi Amerikalılar da Suudi Arabistan'ın Harameyn'i kontrol altında tutmaları hasebiyle İslam Dünyası için kilit bir rol oynadığını çok iyi biliyordu.
Petrol üretimi beraberinde teknisyenleri ve 'danışmanları' getirmişti. Sonrasında bu listeye ABD ordusu da eklendi. Ardından Suudi prensleri Amerikan modernizasyonu ve ahlaksızlıklarıyla tanıştırılmak üzere ABD'ye götürüldü. Suudiler öylesine etkilenmişlerdi ki gördükleri her şeyi, hatta Amerikan kumunu bile, ithal ettiler. Amerikalıların New York, Chicago ve Houston gibi yerlerde inşa ettikleri ucube görünümlü beton yığınları çölün ortasında bitmeye başlamıştı. Suudlar petrol servetine bürünmüş topraklarına Amerikan tarzı şehirleri ithal etmek için yeterince hızlı ödeme yapamıyorlardı.
Suudi Arabistan'ın önemi ABD nezdinde azalırken, iki önemli gelişme onları yeniden düşünmeye icbar etti. 
Birincisi 1973 Kasım'ında Mısır ve Suriye'nin Siyonistlere karşı yaptığı kısıtlı savaştan sonra OPEC'in petrol fiyatlarını arttırmasıydı. Diğeri, ve de daha önemlisi, Şubat 1979'da İran'da İslam Devrimi'nin gerçekleşmesiydi. Araplar ve Siyonistler arasında ardı arkası kesilmeyen savaşlar Siyonist rejimin yenilmez bir devlet olduğunu; aksi taktirde daha da fazlasını kaybedeceklerini kabul ettirmek amacıyla yapılmıştır. 
Bu anlayışla ABD Suudileri OPEC'in gücünü kırmak adına kullanmak istiyorlardı. 1981'de varili 36 $ olan petrol fiyatlarının, 1987 başında 10 $ dolaylarına düşürülmesi büyük oranda Suudiler vasıtasıyla başarıldı.
1967 ve 1973'te Siyonistler ve Araplar arasında gerçekleşen savaşlar Arap liderlerin İsrail'i kuşatmasına zemin hazırladı. Arapların 1973'teki geçici ve kısıtlı zaferi yitirdikleri onurlarının bir kısmını geri kazanabilmek adına ziyan edildi. 
Enver Sedat'ın Kasım 1977'de, Balfour Deklarasyonu’ndan tam 60 sene sonra, Kudüs'e yaptığı manidar ziyaretle Müslümanların kaderlerine mağlubiyeti kazımış oldu. 
Ancak, 1978'de İran'da Şah'a karşı başlayan direniş ve İslam Devrimi'nin Şubat 1979'da zaferle sonuçlanması Amerikalıların İslam Dünyası hakkındaki emellerini altüst etti. Kendilerinden emin oldukları için İslam Devrimi'nin de, Cezayir devrimi ya da Nasır'ın ulusalcı devrimi gibi geçici bir olgu olduğunu düşünüyorlardı.
Irak ve Suriye'deki Baas Partisi ise Nasır'ın benimsediği ulusalcılığın daha da ucube bir versiyonuydu. 
Dolayısıyla Baasçılık Suudiler için hep bir tehdit olarak algılandı. Bu onları bir başka ABD yandaşı olan Şah'la birlikte, Sovyetler Birliği yanlısı radikal Baasçılara karşı sıkı işbirliği yapmaya itti. Ancak İran İslami Devrimi ve Saddam Hüseyin'in de Irak'taki tek güç olarak sivrilmesinin hemen ardından Suud politikası radikal biçimde değişti. Bu Saddam'ın bulunduğu konumun yumuşamasından kaynaklanan bir durum değildi; değişim Suud Ailesinin algısında gerçekleşti. Suudiler İran'dan neşet eden İslam'ın gücüyle yüzleşmek yerine nefret ettikleri Baasçılarla bile masaya oturmaya hazırlardı.
Batı, özellikle de ABD, kanatlanan İslam Cumhuriyeti'ni yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptı. İç ayaklanmalar, İslam Devrimi'nin önde gelen liderlerine sabotaj ve suikastlar İslam Cumhuriyeti'ne diz çöktürme politikalarının bir parçasıydı. İran halkının İslam'a olan inancını sarsmak için yapılanlar başarısız olunca, Irak tarafından tam teşekküllü bir işgal başlatıldı. Bu işgal İslam Cumhuriyeti'ni yok edip yerine ABD'nin belirlediği bir diktatörlüğü getirmeyi amaçlıyordu. Yaklaşık sekiz yıl boyunca Arap yandaşları tarafından finanse edilen; Sovyetler Birliği, Fransa, İngiltere ve Romanya tarafından silahlandırılan; ABD tarafından istihbari destek sağlanan Irak Baas Rejimi'ne karşı İran İslam Devleti sadece Allah(cc)'a ve iç gücüne dayanarak tek başına birleşmiş kafirlere karşı koydu. Sadece Baaslı işgalcileri sürmekle kalınmayıp, Irak topraklarında da askeri operasyonlar yapıldı. Arap rejimlerinden gelen 181 milyar $ desteğe rağmen Irak Baas Rejimi İslam Devleti'ni karşı hezimete uğradı.
Suudilerin ABD’nin İslam aleyhinde kurduğu komplolara büyük katkısı oldu. 1981 başında alelacele Suudi Arabistan'a gönderilen AWAC uçakları Suudi petrol yataklarını korumak için değil, İran birliklerinin hareketleri konusunda istihbarat toplayıp Irak'a getirmek içindi.
 ABD 1986 yılının ortasında Baas Rejimi’ne İran'ın Basra Körfezi'ndeki ana petrol yükleme merkezi olan Hark Adası'nın tüm yerleşim detaylarını verdi. Aynı zamanda Suudilere piyasayı petrole boğmaları emredildi.
 Plan şuydu; Suudiler piyasadaki açığı telafi ederken, İran'ın petrol ihraç gücünü yok etmekti. Bundan da ötesi Suudiler ve Kuveytliler Irak için günlük 300.000 varil petrol fazladan ürettiler. Ancak, İran'a karşı yapılan petrol savaşı İran'dan daha çok ABD ve Suudilere zarar verir hale geldi. ABD'de Texas, Oklahoma ve Louisiana gibi petrol üreticisi eyaletler petrol fiyatlarındaki ani düşüşten büyük zarar gördü.
1986, Başkan Ronald Reagan ve ABD için zorlu bir yıl olmuştu. Birincisi Irak Faw Yarımadası'nı Şubat ayında kaybetti. Bunu Kürdistan’daki önemli kayıplar takip etti. Kasım'da, Reagan'ın İran İslam Devleti'yle gizli ilişkiler kurmaya çalıştığına dair haberler patlak verdi. Reagan'ın eski ulusal güvenlik danışmanı Robert McFarlane'in liderlik ettiği bir ekip, sahte İrlanda pasaportlarıyla İran'a gizlice girmeye çalışmıştı. Önceleri ABD yönetimi haberleri yalanladı ancak, İran Meclis Sözcüsü Haşimi Rafsancani McFarlane'in ziyareti aracılığıyla ABD'nin diyalog çabalarını doğruladıktan sonra Beyaz Saray'da bir kriz patlak verdi. Reagan'ın üst düzey yardımcılarından pek çoğu ya istifa etmek zorunda kaldılar ya da kovuldular.
ABD'nin Avrupalı müttefikleri oyuna geldikleri konusunda endişelenmeye başladılar. Şöyle ki; ABD görünürde İran’a silah ambargosu önerirken alttan alta İran'a silah gönderiyor. Araplar daha da rezil duruma düştüklerini düşünüyorlardı. Yıllardır kendilerini ABD'nin kadim müttefiki olarak takdim ettiler. Bu aynı zamanda pek çok lideri kendi halkı gözünde de büyük riske atıyordu. Mamafih, ABD gizlice İran'a silah yolluyordu. Araplar bunu büyük bir aşağılama olarak gördüler. Fakat ne yapabilirlerdi ki? Bir süre öfleyip pöfledikten sonra, ABD'nin kalan onurlarıyla bazı şeyleri telafi edeceğini umarak sakinleştiler.
Basra Körfezi'ndeki kriz, Kuveyt tankerlerinin hedef alınma kararı ve ABD'nin 1987 başında İran'a karşı savaş tehdidi iki şeyi için tasarlandı: dikkatleri tekrar İran-Kontra skandalından eve çekmek ve ABD'nin Arap müttefikleri nezdinde itibarını onarmaktı. Arap rejimleri, özellikle Suudi Arabistan ve Bahreyn, İran'a rest çekmek için tüm üslerini ve teçhizatlarını ABD'nin emrine sundu. 31 Temmuz 1987’de Mekke'de İranlı hacılara yapılan katliam bu melun planın bir parçasıydı. İran sadece savaşta yaptıklarından dolayı değil, aynı zamanda ABD'nin Arap rejimlerinin İsrail'i işgali için yaptığı planı boşa çıkarmasından dolayı da cezalandırılmalıydı.
Mekke katliamı ABD'nin sonuç ne olursa olsun kazananın yanında yer alacağı dahiyane bir plandı. Eğer plan başarıya ulaşır da bir Şii-Sünni çatışmasına döndürülse ABD İran'a yapılacak saldırıda Sünni Müslümanları desteklediğini iddia edebilirdi. Başarısızlık durumunda ise Amerikalılar hiçbir sorumluluk üstlenmeyip, Suudi Kral Fahd'ın sonuçlara katlanmasına izleyecekti.
Mekke katliamından dolayı, Suudi rejiminin kirli propagandalarına rağmen, İslam Dünyası'nın gündeminde Harameyn'in geleceği ve Suudi Hanedanlığı'nın oranın 'muhafızı' olarak gayri meşruluğu var. Bob Woodward'ın kitabı, The Veil, Suudilerin gerçek yüzünü, CIA'in kirli savaşlarında yer almalarını, ABD’nin lehine olacak şekilde komplolara desteklerini ve Şeyh Seyyid Fadlallah'ın, Mart 1985'te, uğradığı suikasta yataklık etmelerini ifşa ediyor. Şeyh Fadlallah'ın suikast planını tezgahlayan isim Bender bin Sultan'dı. CIA direktörü William Casey’nin de bir parçası olduğu bu kirli tezgah, Seyyid'in cuma namazının hemen ardından daha bomba yüklü araç infilak etmeden mescidden ayrılmasıyla başarısızlığa uğradı.
Suudiler ABD'nin lehine başka cürümler de işlemişti.
Daha sayfalar dolusu yazılacak şey var…
Şimdi Allah rızası için böyle birinin arkasından Fatiha okumak ne derece doğrudur?
Bu arada konu ile ilgili olarak geçen sene de bir yazı yazmıştım isterseniz onu da okuyabilirsiniz;
ARAPLAR LANETLİ TOPLUM MU?

www.egehabercisi.com/makale/muzaffer-donmez/araplar-lanetli-toplum-mu/73.html 

14 Ocak 2015 Çarşamba

Muzaffer Dönmez: GÖZLEM(Görmek ile Bakmak)

Muzaffer Dönmez: GÖZLEM(Görmek ile Bakmak): Ünlü bir  Futbolcu  karısını öldürmekle suçlanıyordu. Ama karısının cesedi ortada yoktu. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu. ...

GÖZLEM(Görmek ile Bakmak)

Ünlü bir Futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu. Ama karısının cesedi ortada yoktu.

Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu.
Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu: 
"Sayın jüri üyeleri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum. Buna az sonra sizler de inanacaksınız. Neden mi? Bakın, şimdi ona kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karısı bu kapıdan içeri girecek... 
 1, 2, 3, 4, 5, 6,  7, 8, 9, 10"
Bütün jüri kapıya döndü. Kimse girmedi içeri.
Avukat bir savunma dahisiydi, öldürücü hamlesini yaptı:
"Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum."
Ancak jüri ünlü futbolcuyu suçlu bulduğunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı.
Mahkeme çıkışında avukat, jüri başkanına yaklaştı: 
"10' a kadar saydığımda siz de diğer üyeler gibi kapıya baktığınız halde neden böyle bir karara imza attınız?"
"Doğru" dedi jüri başkanı; "Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu."
   
En iyi analist herkes bir noktaya bakarken,
o noktaya yönelen bakışları izleyen kişidir. 

 


 

12 Ocak 2015 Pazartesi

R U S Y A S I C A K D E N İ Z L E R E İ N İ Y O R

ANKARA  KALESİ              

  Prof.Dr. A N I L    Ç E Ç E N

Dünya haritasına bakıldığı zaman  büyük bir çarpıklık olduğu göze çarpmaktadır . Avrupa

kıtasında küçük küçük devletçikler yer alırken , Avrupa’nın yanı başında Avrasya bölgesinde dünya

karalarının altıda biri oranında uçsuz bucaksız kara parçalarının ,tek bir devletin çatısı altında olduğu

anlaşılmaktadır . Sekiz milyarlık dünya nüfusu belirli bölgelerde  küçük ülkelere sıkışmak durumunda

kalırken , yeryüzünün bütün kuzey toprakları boyunca uzanan bir Rus devleti geleceğe dönük bir

belirsizlik içerisinde varlığını sürdürmeye çalışmaktadır . Tarihin her döneminde bir yaşam ve yerleşim

alanı olarak kullanılan Rusya topraklarının , yer kürenin kuzey bölümünün büyük çoğunluğunu

meydana getirdiği görülmektedir . Kuzey kutbu ve bu bölgeyi çevreleyen kuzey buz denizi gibi

alanlarda   sınırsız hegemonyasını sürdüren Rusya Federasyonu, yeni bir dünya düzenine doğru

gidilen bir aşamada  , kendisine  eskisine oranla daha güçlü bir yer aramakta ve bu doğrultuda son

derece aktif ve etkili bir dış politika ile dünya kamuoyunun önüne çıkmaktadır . Böylesine bir

dönüşümün gündeme getirilmesinde Rus devletinin beş yüz yıllık birikimi olduğu kadar , devletin

geleceğe dönük bir veliaht olarak yetiştirmiş olduğu  yeni başkanının da istikrarlı ve güçlü bir  

yönetimi kararlı bir biçimde sürdürmesinin rolü bulunmaktadır . Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısında

geçmişten gelen hatalı tutum ve davranışların sürdürülmesi   ile  batılı ülkelerin bir türlü

emperyalizmden vazgeçmemeleri nedeniyle , insanlık sonu karanlık bir kaos ortamına doğru

sürüklenirken , en kararlı ve etkili dış politikayı uygulayan bir büyük  devlet olarak  Rusya

Federasyonunun  uluslar arası alanda eskisine oranla daha etkili bir güç merkezi olarak devreye girdiği

görülmektedir .

Jeopolitik kitapları Kırım ile Kıbrıs arasında kalan orta alanı dünyanın merkezi coğrafyası

olarak ilan ederken ,Rusya’nın konumu önem kazanmakta ve bu alanın bütün kuzeyini kapsayan

böylesine geniş bir devletin merkezi alana girmesinin önlenmesi , dünya çapında bir batı

hegemonyasının korunabilmesi açısından  zorunlu olarak gösterilmektedir . Orta çağ sonrasında

Atlantik ülkeleri küresel doğrultuda dünya imparatorluklarına yönelmişler , beş büyük kıtanın her

yerine el koymuşlar , beş yüzyıl boyunca  dünya kıtalarını sömürgeleri üzerinden yönetmişler  ama

merkezi coğrafyaya bir türlü girememişlerdir . Böylesine bir durumun ortaya çıkmasına merkezi

alandaki Türk gücü olarak yedi asırlık Osmanlı İmparatorluğunun direnişi yol açmıştır . Roma ve Bizans

İmparatorlukları sonrasında Selçuklu İmparatorluğu ile merkezi alana gelen Türkler, daha sonra

oluşturdukları Osmanlı İmparatorluğu ile merkezi alandaki boşluğu doldurmuşlar, Devleti Aliye adı

altında bir büyük devletin çatısı altında yedi asır orta dünyaya egemen olarak , batılı emperyalistlerin

ve haçlıların önünü  sürekli olarak kapatmışlardır . İşte bu aşamada doğup büyüyüp gelişen Rus

devleti , Atlantik okyanusundan Büyük Okyanusa kadar uzanan kuzey bölgesi topraklarında  yayılırken

, kendisinde önceki dönemlerde bu bölgelerde var olan bütün Türk imparatorluklarının yaşam

alanlarını eline geçirerek, tam anlamıyla  bütün kuzey yarı kürenin egemen gücü konumuna gelmiştir .

Dünyanın kuzeyindeki bütün alanlara yayılarak  doğal genişleme alanlarını ele geçiren Rus

İmparatorluğu on dokuzuncu yüzyıldan sonra  güneye doğru gözlerini dikmiş ve Rusların kızıl elması

olarak ,Türkiye’nin Antalya kentini gözüne kestirmiştir . Rusların dünya hegemonyası planlarına göre ,

Antalya Rusların olduğu zaman , evrensel alanda mutlak bir Rus hegemonyası tesis edilebilecektir .

İşte Rusların bu jeopolitik bakış açıları yüzünden batılı ülkelerde yazılmış olan bütün jeopolitik

kitaplarında , devleşen  Rus   ayısının kuzey bölgesine hapsedilmesi ve kesinlikle güneye inmesine izin

verilmemesi gibi doğal bir tepki ortaya konulmuştur . On beşinci yüzyılın başlarında bugünkü

Ukrayna’nın başkenti olan Kiev kentinde ilk olarak kurulmuş olan küçük Rus prensliğinin ,sonraki

yıllarda  genişleyerek bütün kuzey yarı küresini işgal etmesi  batılı emperyal ülkelerde ,küresel

yayılma  ve hegemonyalarının devam ettirilebilmesi açısından ciddi tehlikeler yarattığı için , Rusların

güneye inmesinin önlenmesi doğrultusunda büyük bir işbirliği yapılmıştır . Kiev prensliği batıya doğru

kaydırılırken , kuzey bölgesindeki yayılmasına ses çıkarılmamış ama , Kırım’ın işgalinden sonra Rus

Çarlığının Kafkasya ve Balkanlar üzerinden merkezi bölgeye inme aşamasına gelindiği noktada  ,

Osmanlı ordusu Rusların karşısına çıkartılmıştır . Rusların önünün kesilebilmesi için, Kırım’da yeniden

Osmanlı yönetimi batıya bağlı olarak oluşturulmak istenmiş , İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde

batılı devletler Osmanlıları Ruslara karşı kışkırtarak  bir büyük Kırım savaşını gündeme getirmişlerdir .

Batılı ülkelerden borç alarak Kırım savaşına sürüklenen Osmanlı İmparatorluğu, hem  hazırlıksız olarak

yakalandığı bu savaşı kaybetmiş , hem de altına girmiş olduğu borç yükünden kurtulamayarak iflas

etme gibi bir bitiş senaryosuna sürüklenmiştir . Bizans sonrasında merkezi alandaki boşluğu dolduran

Osmanlı devleti on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Rus genişlemesinin kuzeyde durdurulabilmesi

açısından  batılılar tarafından kullanılmaya başlanmıştır . Kırım savaşını kazanarak Karadeniz’in bu çok

stratejik yarımadasını kendisine bağlayan Rus Çarlığı , daha sonraki aşamalarda Kafkaslara ve

Balkanlara girerek güney bölgesine doğru açılım sürecini başlatmıştır .

Mutlak dünya egemenliği açısından Antalya kentini kendi kızıl elması olarak ele geçirilmesi

gereken bir hedef olarak önüne koyan Rus yayılmacılığı , on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde

Kafkasya ve Balkanlar bölgelerinde ilerlemeye başlamış ve bu alanlar üzerinden Osmanlı devletinin

merkezi bölgesi olan Anadolu yarımadasını ele geçirme doğrultusunda ilerleyerek ,Osmanlıların

Kars,Ardahan ve  Batum kentlerini ele geçirerek Van gölü kıyılarına inmiştir .  Kırım yarımadasını ele

geçirdikten sonra doğuda Kafkasya’ya , batıda  Balkanlara doğru yürüyüşe geçen Rus orduları ,

İstanbul kentinin yanı başındaki Yeşilköy’e kadar gelerek Osmanlının başkentini ele geçirme

aşamasına gelmişlerdir .Aynı dönemde Kafkaslar üzerinden Kars,Ardahan ve Batum’u ele geçirerek

Anadolu topraklarına ayak basan Rus orduları  ,merkezi devlet olarak  Osmanlı İmparatorluğunu tarih

sahnesinden silmeye yönelmiştir . Kuzey bölgesine hapsedilmekten bıkan Ruslar , Kırım savaşı

sonrasında  Balkanlar ve Kafkaslar’da özgürce yayılırken ,İngiliz ve Fransızların desteği ile

toparlanmaya çalışan Osmanlılar , toparlanarak  bağımsız devlet olma statüsünü sürdürmek istemişler

ama bu konuda yeterince etkin bir sonuç elde edemeyince , kuzey bölgesinin devi olan Rusya’nın

sıcak denizlere doğru yürüyüşü devam etmiştir . Avrupa’nın ortasından Asya’nın ortalarına kadar

uzayıp giden bir  merkezi coğrafya üzerinde ipek yolu ile dünya ticaret  yollarının güvenliğini

sağlayamaya çalışan Osmanlılar , Rusların büyük ilerlemesi karşısında  sürüklendikleri savaşları sürekli

olarak yitirerek ,merkezi alanda yeniden bir siyasal boşluğun doğmasına meydan vermişlerdir . Ruslar

doğu Avrupa’dan Avrupa kıtasına inerek bu küçük kıtayı kendilerine bağlayabilmenin yollarını

aramışlar ama her defasında Avrupalılar bir araya gelerek bu kuzey bölgesinin devini Asya kıtasının

boşluklarına doğru iteklemişlerdir . Avrupa açısından doğudan gelen iki tehdit olarak, Ruslar ve

Osmanlılar  birbirleriyle sürekli bir savaş dönemine  batılıların kışkırtmaları ile sürüklenmişler  ve

böylece iki büyük doğu devinin Avrupa kıtasından uzak kalmalarını sağlamışlardır . Ruslar ve

Osmanlıların üç yüz yıllık sürekli savaş dönemi sayesinde , Ruslar ve Osmanlılar Avrupa kıtasını ele

geçirememişlerdir .Avrupa ülkelerini bu iki doğulu deve karşı birleştiren batı hegemonyası

,Osmanlıların Viyana’yı ele geçirmesi ile , Rusların Kuzey Avrupa bölgesini  işgal etmelerine  izin

vermemişdir.Bir anlamda Avrupalılar kuzeyden ve doğudan gelen tehditleri karşı karşıya getirerek

aradan sıyrılmasını bilmişler ,böylece Avrupa’yı Asyalıların yönetmesini önlemişlerdir .

Rus ordularının Kafkas halklarını çiğneyerek Kars’a girdiği  günün ertesinde   Büyük Britanya

İmparatorluğu Kıbrıs’a girmiştir . Bugün hala Kıbrıs’ta varlığını koruyan bu  askeri üsler Atlantik

hegemonyasının merkezi alandaki    gücünün  bir göstergesi olarak devam ettirilmektedir .Kıbrıs

üzerinden bütün Orta doğu bölgelerine sızan İngiltere ve o zamanki ortağı Fransa , merkezi alanda

Osmanlı İmparatorluğu sonrası için yeni bir siyasal yapılanma hazırlamışlar ve Birinci Dünya Savaşı

sonrasında bunu uygulama alanına koymuşlardır . Böylece , eski Osmanlı hinterlandında  egemenlik

Osmanlı Türklerinden  Atlantikçi İngilizlerin eline geçmiştir . Batı hegemonyasının o dönemdeki

temsilcisi olarak İngilizler , kesinlikle Rusların güneye doğru  ilerleyişini ve sıcak denizlere inişini

öncelikle önlemişlerdir . İkinci aşamada ise , on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde ulusal birliğini

sağlayan Alman imparatorluğunun bir Germen gücü olarak doğuya doğru açılmalarına izin verilmemiş

ve Fransa-İngiltere işbirliği ile , merkezi alanda hem Ruslar üzerinden Slav hem de Almanlar üzerinden

bir Germen hegemonyasının önü kesilmiştir . Cihan savaşı bu doğrultuda yönlendirilmiş , savaş

yıllarında hem Rusya’nın içerden çökert ilmesi   doğudan Japonların kuzey bölgesine girmesiyle

sağlanmış , hem de  Balkanlar’da  Almanya’nın ilerlemesinin önünü kesecek savaşlar ile merkezi

alanda bir Germen asıllı bir Töton imparatorluğunun kurulmasına izin verilmemiştir.Osmanlı

yönetiminde Abdülhamit’in sağladığı istikrar  Ruslar’a ve Almanlar’a karşı kullanılmış ,Osmanlı ülkeleri

işgal edilirken , buralarda batı Avrupa devletlerine bağlı yeni sömürge yönetimleri oluşturularak ,

otorite boşluğu doğmasına giden yolun önü kesilmiştir .

İngilizler Kıbrıs’tan Filistin’e geçerek bütün Arap yarımadasına yayılmışlar , Fransızları’da

yanlarında getirerek , Lübnan ile Suriye bölgelerinde onların da kendilerine paralel yeni merkezi alan

sömürgeleri oluşturmalarını sağlamışlardır . İngilizler ve Fransızlar , Osmanlı’nın Orta Doğu

topraklarını ele geçirerek merkezi alanda yayılırken , Rusların önü Doğu Anadolu topraklarında

kesilmiş ve Rus ordularının , Kars,Batum ve Van üçgeninin ilerisine doğru gitmesine izin verilmemiştir

.  Vladivostok bölgesinden kuzey topraklarına giren Japon orduları  Rus çarlığının büyük topraklarını

ele geçirince , Rus Çarlığı çökme aşamasına gelmiş ve Japon saldırıları yüzünden kendini korumaya

yönelen Rusya , Van gölü kıyılarından Akdeniz’e inme yollarını kullanamamıştır . Rus orduları kuzey

bölgesine  Japonların desteği ile hapsedilince , Sevr Antlaşması sonrasında İngiltere , Fransa , İtalya

ve  Yunanistan orduları Anadolu yarımadasının belirli bölgelerini işgal etmeye başlamışlar  ve böylece

orta dünyada bir kuzey gücü olarak Rusya’nın egemen olmasına izin  verilmemiştir . Rusların en büyük

hayali olarak Antalya kenti sıcak Akdeniz sularının kıyısında soğuk kuzeyin büyük gücü önünde ana

hedef olarak bulunurken , Atlantik okyanusunun iki büyük emperyal gücü olarak İngiltere ve Fransa

bütün Orta Doğu’ya girerek ,merkezdeki Türk hegemonyasına son vermişler ve bu bölgede ikinci bir

Asya insiyatifi olarak  Rus devletinin yayılmasının önünü kesmişlerdir . On dokuzuncu yüzyılın  ikinci

yarısında güneye doğru yolculuğa çıkan Rus orduları , sıcak denizler üzerinde de tıpkı kuzey

bölgelerinde olduğu gibi bir emperyal hegemonya oluşturmaya yönelirken, batı dünyasının  Avrupalı

ülkeleri öne geçerek , çeşitli siyasal manevralar aracılığı ile kendilerine bağımlı sömürgeler düzeni

oluşturmuşlardır . Rusların önü Yeşilköy de batılı ülkelerin araya girmesiyle önlenmiş  , başkent

İstanbul’a Rus askerinin girmesine izin verilmemiş ama daha sonraki aşamada ,İngilizlerin Türklerin  

payitaht merkezi olan İstanbul’da askeri bir işgal yönetimi kurmalarının yolu açılmıştır . Asya

kıtasından gelen iki büyük Asyalı güç olarak Türkler ile Rusların küçük Asya adı verilen Anadolu

yarımadası üzerinde birlikte bir düzen kurmaları ,batılı devletlerin ordularının işgali ile önlenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya savaşını bütünüyle kaybetmesinden sonra ortaya

çıkan  merkezi alandaki otorite boşluğu , savaş sonrasında toplanan Bakü  Doğu Halkları Kurultayı

aracılığı ile giderilmeye çalışılmıştır . Tam bu aşamada ,  Atatürk’ün öncülüğünde Ankara hükümeti

devreye girerek, Misakı Milli sınırları içerisinde yeni bir devleti ulusal bir modele dayanan bir biçimde

kurarak , Türklerin tarih sahnesinden silinmelerini  önlemiştir . Batılı emperyalistler , merkezi

imparatorluğu yıkarken ,burada ikinci bir Asyalı yapılanmaya izin vermemişler , batı blokunun

kontrolu altında sömürge devletleri  kurarak , bunlar üzerinden  emperyal hegemonyalarını  orta

dünyaya taşımak istemişlerdir . Birinci Dünya Savaşı sonrasında , Rusların güneye inerek sıcak deniz

kıyılarında yeni devlet düzeni kurmaları önlenince , batılı devletlerin askeri birliklerinin Anadolu

yarımadası üzerinde at koşturmasından bu kez Ruslar rahatsız olmuşlardır . Çarlık rejiminin çöküşü

sonrasında bir kaos ortamına sürüklenen  Rusya’da , Atlantikçiler bir siyasal devrimin önünü açarak

bu bölgede  yeni bir ideolojik imparatorluğun  oluşumuna giden yolu dolaylı yollardan

desteklemişlerdir .  İşçi sınıfının olmadığı bir kırsal toplumda batıdan ithal edilen aydın kadrolarının

öncülüğünde Bir Bolşevik rejimi kurularak, yeni dönemde Kuzey bölgelerinin istikrara kavuşması

sağlanmak istenmiştir . Bu ideolojik imparatorluğun başına gelen  Tatar asıllı Lenin , ikinci

enternasyonelin bir toplantısında , Anadolu’da yürütülen ulusal kurtuluş savaşının bir sosyalist

hareket olmadığını  ama antiemperyalist bir öze sahip olduğu için , batılı emperyalistlerin merkezi

alanı işgal etmesine karşı bir mücadele olduğunu belirleyerek , Sovyetler Birliği’nin bu antiemperyalist

ulusal kurtuluş  savaşına destek vermesini sağlamıştır . Rusya Müslümanlarının kendi aralarında

topladıkları maddi yardımın , Ankara hükümetinin eline geçmesini   gerçekleştiren Sovyet yönetimi ,

batı emperyalizminin  Orta doğu’da yayılmasına karşı Ankara hükümeti ile yakın işbirliği içine girmiştir

. Bu aşamada bir çok Rus temsilcisi Atatürk Türkiye’sine gelerek ,bu sıcak deniz ülkesi ile yakınlık

kurma çabası içerisinde olmuşlardır . Bakü Kurultayından gelen işbirliği süreci , batı emperyalizmine

karşı devam ettirilmiş ama Atatürk’ün öldüğü gün , yeni yönetim  Atlantik güçleri ile gizli ittifaklar

imzalayarak , Rusların  Bakü kurultayı üzerinden  Akdeniz’e inen bir emperyalizme yönelmesinin

önünü kesmiştir .

 Birinci Dünya Savaşı ile  Osmanlı’nın geri çekildiği Orta Doğu topraklarına Rusların girmesi

önlenmiş ama  ikinci dünya savaşı sonrasında  Amerika’nın bu bölgeye girmesi önlenememiş ve bu

durumun sonucu olarak da iki bin yıl aradan sonra üçüncü İsrail devleti  bir Yahudi yapılanması olarak

Arap ve İslam dünyasının tam ortasında oluşturulmuştur . Osmanlı sonrasında , Sovyetler Birliği ile

batı dünyası arasında soğuk savaş dengeleri merkezi alanda kurulmuş ve böylece Osmanlı

yönetiminin yokluğu ile gündeme gelen otorite boşluğu alanı bir güç ve şiddet dengesi ile

doldurulmak istenmiştir . Rusların Kars’a girdiği gün Kıbrıs’ı işgal eden İngiltere bu merkezi adadan

hiçbir zaman çıkmamış ve daha sonraki aşamada  yanına Amerika Birleşik Devletlerini de alarak

İsrail’in kurulmasına giden yolu açmıştır . Kuruluş yıllarında Sovyetler Birliği ile iyi geçinen  Atatürk

Türkiye’si ,ikinci dünya savaşına doğru  dünya sürüklenirken , Hitler ve Mussolini’ye karşı Balkan

Paktını ve Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inmesine karşı da, en büyük komşu ülke olan İran ile bir

araya gelerek Sadabat paktı adı altında bir bölgesel  işbirliği ve güvenlik yapılanmasına yönelmiştir .

İkinci Dünya savaşı çıkarsa Rusların sıcak denizlere inme hedefi doğrultusunda  Kars üzerinden  Doğu

Anadolu ve Orta Doğu bölgelerine ineceğini iyi bilen Atatürk , tarih boyunca uzun süreli Türk

hükümdarlıklarının yönettiği İran ile bir savunma işbirliğine girmeyi ,bölge dengeleri ve Türkiye’nin

bağımsız yapısının korunabilmesi açısından gerekli görmüştür . Orta boy bir ulus devlet olan

Türkiye’nin tek başına Sovyetler Birliği ya da batılı emperyal ülkelere karşı koyamayacağını iyi bilen

Atatürk , tarihten gelen Türk-İran işbirliği ile merkezi alanının işgallere karşı korunabileceğini iyi

biliyordu .

Sovyetler  Birliği dönemi , yirminci yüzyılda  batı Avrupa  devletlerinin sömürge

imparatorluklarının sona erdirilmesinde etkili olmuştur .Atatürk’ün on yıl önceki öngörüsü ile ikinci

dünya savaşını okyanus ötesi güç ile Bolşevikler kazanmış ve beş yüz yıllık sömürge imparatorluklarının

merkezi olan Avrupa kıtasının üstünlüğü dönemi sona ermiştir . Amerika ile Rusya arasına sıkışan Avrupa

ülkeleri kendilerini kurtarmaya çalışırken ,Rusya merkezli Sovyet İmparatorluğu Amerika Birleşik

Devletleri ile bir dehşet dengesi oluşturmuş ve bu doğrultuda bir barış içinde birlikte yaşama düzeni iki

kutuplu dünya yapılanması sayesinde kurulabilmiştir . Sovyetler Birliği gibi bir ideolojik imparatorluğu

ABD dengesi ile küresel alanda oluşturan Rusya ,bu durumdan yararlanarak güneye doğru yönelmiş ve

bir çok Asya –Afrika ülkelerinde sosyalist devrimler yaptırarak ,bu üçüncü dünya ülkelerini kendisine

bağlayabilmenin çabası içerisinde olmuştur . Tıpkı İngiltere ve Fransa gibi  küresel alanda sömürge

imparatorluğu oluşturmaya yönelen Sovyet gücü Rusya merkezli yönetilirken , Rusların tarihsel olarak

gündemde tuttukları sıcak denizlere yayılma politikasına  devam etmişlerdir . Balkanlar’da

Yugoslavya’nın kurulmasında ve Arnavutluğun sosyalist rejime yönelmesinde etkin olan Rus gücü ,daha

sonraki aşamada  bu iki ülkenin, sosyalist sistemin güvenlik örgütü olan  Varşova Paktından ayrılmasıyla

gene sıcak denizlerde var olma şansını elinden kaçırmıştır . Balkanlar’da ABD destekli bir Nato

yapılanmasında ,Yunanistan ve Türkiye yerlerini alarak Sovyet yayılmacılığına karşı bir set oluşturmuşlar

ama   Hindiçini yarımadası üzerinden sıcak denizlere  Sovyetler birliğinin açılması gündeme gelince ,

İngiltere Çin’de Maoist  bir rejimin Sovyetler birliğine karşı bir çizgide örgütlenmesini  sağlamış ,ayrıca

Amerika’da Vietnam  adı verilen ülkede askeri bir işgale yönelerek Asya kıtasının güneyindeki sıcak

denizlere doğru Sovyet yayılmacılığını önlemeye çalışmıştır . Bu bölgede başlayan  Vietnam savaşı uzun

sürmüş  ve bütün dünya ülkelerinin emperyalizme karşı  bir araya gelmesine giden yolu açmıştır . Bir

Atlantik gücü olarak ABD  ,Rusya’nın Asya kıtası üzerinden sıcak denizlere inmesini önlemiştir . Benzeri

bir set çekme operasyonu  Pakistan üzerinden de yapılarak , batı Asya bölgesi de Rusların sıcak denizlere

inmesi açısından kapatılmıştır .

Jeopolitik kitaplarında yer alan kenar kuşak teorisi doğrultusunda hareket eden  batı

emperyalizmi , karşıt blok olan Sovyetler Birliğini kuzey yarı küresine hapsetmiş  ve güneye doğru bütün

iniş yollarını kapatarak , ideolojik imparatorluğun sıcak denizlerde Rus hegemonyası doğrultusunda

yayılması süreci önlenmiştir . Ruslar bir büyük imparatorluğu yönetirken her yönden sıcak denizlere

inebilmenin yollarını aramışlar ,tıpkı Baltık denizindeki Petersburg  kenti kenarındaki  deniz çıkışı gibi

açılma  yollarını Akdeniz’de Basra körfezinde ,Hint Okyanusunda ve Pasifik bölgesinde  yaratabilmenin

çabası içinde olmuşlardır .Bunu iyi bilen batının önde gelen emperyal devletleri de kıtaların denizlere

açılan bölgelerindeki kenar kuşak ülkelerini ellerinde tutarak ,ya da Yugoslavya ile Arnavutluk örneğinde

olduğu gibi  Rusların önünü kıtaların kıyılarındaki kenar ülkeleri kontrol altına alarak,  Ruslar ile sıcak

denizler arasında yakın bağlantılar kurulmasını önlemişlerdir . Soğuk savaş dengelerinde bir türlü sıcak

denizlere inemeyen Rusya , dünya ticaret yollarında öne geçememiş ve bu yüzden batılı ülkeler dünya

ticaretini  sürekli olarak ellerinde tutmuşlardır . Bu yüzden de Rusya’nın ideolojik imparatorluğunu bir

ekonomik çöküntüye uğratarak yıkmışlardır . Sıcak denizlere inemediği için dünya ticaretinde geri kalan

Rusya , güçlü ordusu ile elinde tuttuğu kuzey ülkelerini bir türlü doyuramamış  ve bu yüzdenkapitalist

sisteme alternatif bir sosyalist ekonomik sistem  kuramadığı  için, ekonomik yarışı kaybederek  çöküşe

doğru geçmiştir . Bu durumu yerinde gören batı  bloku  ekonomik çöküntü sonrasında ,  Avrupa Güvenlik

ve İşbirliği yapılanması üzerinden insan hakları saldırılarına geçince , ideolojik imparatorluk  çatırdamaya

başlayarak kısa bir zaman dilimi içinde çökmüştür . Böylesine bir çöküşün  kolayca elde edilmesinde ,

jeopolitik biliminin Rimland adı verilen  kenar kuşak teorisinin  uygulanmasıyla  ,Rusların  kuzey

yarıküresine hapsedilerek sıcak denizlere inişinin önlenmesinin büyük bir  rolü olmuştur .

 Sovyetler Birliği çökünce Rusya gene eski sınırlarına geri dönmüştür . Federasyon çatısı altında

da çok büyük alanları kontrol altında tutan Rusya  devleti , Moskova merkezli jeopolitik konumu

nedeniyle gene eskisi gibi bir büyük kuzey gücü olarak dünya haritasındaki yerini korumaktadır .  Ne var

ki , soğuk savaş sonrasında içine girilen küreselleşme döneminde tek kutuplu bir küresel yapılanmayı

,Amerika Birleşik Devletleri gerçekleştiremediği için  çeyrek yüzyıllık bir süre  sonrasında, Rusya tekrar

dünyanın en büyük güçleri arasında öne çıkarak , küresel bir aktör konumuna gelmiştir . Özellikle

küreselleşmenin batılı devletlerin emperyalizmi doğrultusunda gelişmesine karşı çıkan  doğulu güçler

olarak Rusya ,Çin,Hindistan ve Brezilya bir araya gelerek BRİC ülkeleri  ittifakına yönelince ,Rusya

Hindistan ve  Çin ile bir araya gelerek dünya ticaret yollarına  açılma  doğrultusunda  sıcak denizlere

ulaşma şansını bir başka açıdan elde etmiştir .Daha önceden Küba adası ile kurulan ilişkinin bir benzeri

yeni dönemde Brezilya  ve Venezuella üzerinden Güney Amerika kıtası ile de kurulmuş ve böylece

Rusya’nın sadece merkezi alandaki sıcak denizlere inme hedefi  ,yön değiştirerek bütün kıtalar üzerinden

sıcak denizlere erişme  girişimine dönüşmüştür .Balkanlar ya da Kafkaslar üzerinden Akdeniz’e istediği

gibi inemeyen Rusya’nın  Çin ,Hindistan ve Brezilya ile oluşturduğu küresel birliktelik çerçevesinde ,  öne

çıkmasını önleyen batılı emperyalistlere karşı, doğu ve güneyin en büyük devletleri ile işbirliği yaparak

sıcak denizlerdeki  ticaret yollarına erişme şansını elde ettiği görülmektedir . Ayrıca ,  batı

emperyalizminin Asya kıtasını ele geçirmek üzere örgütlediği  doğuya açılma girişimlerini karşı  bir

işbirliği örgütü olarak kurulmuş olan Şangay İşbirliği Örgütü de yeni dönemde bir savunma

mekanizmasına dönüşerek , Rusya ve ortaklarının  ekonomik açıdan batılı emperyal güçlere karşı bir

alternatif yapılanmaya  yöneldiğini göstermektedir . BRİC ve Şangay  Örgütleri  gibi küresel ortaklıklara

giren Rusya, aynı zamanda  komşusu olan eski Sovyet Cumhuriyetleri ile de bir Avrasya  Birliği oluşumuna

yönelerek  batının küresel üstünlüğünü önlemeye doğru adım attığı görülmektedir .Gene bu doğrultuda

kurulmuş olan   Kollektif Savunma Birliği oluşumu da , Rusya’yı batılı rakiplerine karşı  güçlendiren başka

bir  uluslar arası örgütlenme olarak  devreye girmektedir . Böylece ,bölgesel yönlerden sıcak denizlere

inemeyen Rusya’nın, daha geniş açılımlar ile  alternatif  örgütlenmeler üzerinden küresel  rekabete

yönelerek sıcak denizlerde etkili olmaya başladığı yeni bir döneme girilmiştir .

Yeni bir yıla girerken , bazı büyük devletlerin ve araştırma merkezlerinin yayınlamış oldukları

raporlarda , Orta Doğu bölgesindeki sıcak çatışmaların daha da yayılacağı , Irak ve Suriye’deki iç savaşlar

benzeri sıcak olayların Arabistan,Mısır,Libya,Lübnan ,Sudan,Somali,Ürdün ve  İran’da da ortaya çıkacağı ,

merkezi alanda yer alan bütün İslam devletlerinin mezhep ve tarikat çekişmeleri aracılığı ile iç savaşlara

sürüklenerek parçalanma  noktasına gelecekleri  açıkça dile getirilmektedir . Daha da ileri gidilerek

Afganistan savaşının Pakistan üzerinden orta Asya bölgesine de yayılarak ,bir Ön Asya ve Orta Asya savaş

alanı yaratılacağı geleceğe yönelen tahminler olarak öne sürülmektedir .  Bu konular ile ilgili olarak

kamuoyuna açıklanan İsrail raporunda , bütün İslam devletlerinin terör kullanılarak çökertileceği  ifade

edilirken , savaş süreci içinde bütün merkezi coğrafya da Rusya’nın etkisinin çok artacağı öne

sürülmektedir . Beş yüz yıldır sıcak denizlere inemeyen Rusya’nın küresel ittifaklara yöneldiği bir

aşamada kenar kuşak teorisini geçersiz kılarak , büyük ortaklıklara girmesiyle  dengelerin değiştiği ve

Rusya’nın  konjonktürel olarak orta dünya da daha güçlü bir konuma geldiği görülmektedir . İsrail

devletinin kurulduğu günden bu yana bölgeyi bir savaş alanına dönüştürdüğü dikkate alınırsa , Osmanlı

İmparatorluğu  ve Sovyetler Birliği sonrasında merkezi alandaki otorite boşluğunun doldurulamadığı

göze çarpmaktadır . Böylesine bir boşluğu doldurmak üzere  Atlantik emperyalizminin öne çıkardığı Yakın

Doğu Konfederasyonu ya da Büyük Orta Doğu Federasyonu ile Büyük İsrail  İmparatorluğunun

kurulamadığı anlaşılmaktadır .Bu yüzden siyasal boşluk devam ederken ,ya bölge devletlerinin bir araya

gelmesiyle birlikteAtatürk’ün öncülük yaptığı Sadabat Paktı  benzeri  biçimde oluşturacakları bir Merkezi

Devletler Birliğinin kurulacağı  ,ya da bölgeye en yakın büyük güç olarak Rusya Federasyonunun  çatışma

alanlarına girerek el koyacağı yeni bir döneme doğru gidilmektedir .Bu doğrultuda Rusya iki binli yılların

başlarında yakın çevre doktrinini ilan ederek , kendi çıkarlarının bulunduğu komşu ülkeler üzerinde eskisi

gibi etkili olacağını ve çıkarlarını koruyacağını  açıkça ilan etmiştir . Rusya  Avrasya Birliğinin oluşumunda

öncülük yaparken , Orta Asya ülkeleri ile birlikte Ön Asya ülkelerini de bunun içine alabileceğini ve

oluşturduğu Kollektif Savunma Birliği aracılığı ile  sıcak çatışma alanlarına anında müdahale edebileceğini  

ortaya koymuştur .

Yeni dönemde , kendisine karşı bir Arap Birliği kurulmasını istemeyen İsrail , Amerikan ve Türk

askerlerini kendi savunmasında kullanamayınca  ve Kuzey Irak üzerinden kendine bağlı bir güçlü ordu

oluşturamayınca ,bölgede kendisine tehdit edebilecek sıcak gelişmelere karşı Rusya’yı yeni kurtarıcı

olarak ilan etmektedir . Bu doğrultuda Rusya’nın Kırım’ı bir oldu bitti ile işgal etmesinde İsrail lobilerinin

Rusya’ya yardımcı bir çizgide hareket ettikleri görülmüştür . İsrail: ABD ,Avrupa, Çin ve İran ile yakın

ilişkiler içerisine giren Rusya’nın askeri gücünden yararlanabilmek için , dolaylı yollardan Rusya’nın

Kırım’ı işgaline destek vermiş ama bunun karşılığında Rusya’nın Kıbrıs’tan çıkmasını istemiştir .İsrail

kendi çıkarları açısından karşı kıyı konumundaki Kıbrıs’ı kimseye bırakmak istememekte , Rumlara karşı

Türkleri , Hrıstıyanlara karşı Müslümanları kullanarak ada sorununu çözümsüzlüğe terk ederken ,

Rusya’nın Güney Kıbrıs’taki varlığına da bir son vererek , adayı gelecekte Büyük İsrail devletinin bir

eyaleti konumuna dönüştürmek istemektedir . Kıbrıs’a soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği

yapılanmasından yararlanarak girmiş olan Rusya , adanın güneyini bir sıcak deniz merkezi olarak

kullanmakta ,Lefkoşe’de  beş bin Rus devleti görevlisi diplomat statüsünde görev yaparken , yüz bin den

fazla Rus işadamı da, bütün dünya ülkelerine yönelik dış ticaretlerini bu sıcak deniz adası üzerinden

yürütmektedirler . Kıbrıs adasına yerleşen  Rusya ,bu nedenle artık bir sıcak deniz problemine sahip olan

kuzey ülkesi olmak durumundan çıkmıştır .

I958 de  General Kasım darbesi ile Irak’a yerleşen Rusya , daha sonra Suriye’ye girerek Hafız Esat

aracılığı ile bu ülkeye de yerleşerek Akdeniz kıyısında  Taurus   askeri üssünü kurmuştur . Orta Doğu’ya

ABD’nin gelmesi ve İsrail’in kurulmasına tepki olarak  Rusya Sovyetler Birliği üzerinden merkezi alana ve

sıcak deniz kıyılarına yerleşirken ,karşı kıyada yer alan Kıbrıs’a da Makarios sayesinde girmiş ve bu adada

Akdeniz’in en güçlü komünist partisi olarak Akel’i kurmuştur . Sosyalist sistemin dağılmasına ve bütün

komünist partilerin kapatılmasına rağmen , Akel yapılanması İngiliz üslerine karşı bir denge unsuru olarak

bu adada Rusya desteği ile korunmuştur . Atlantik emperyalizminin İngiltere,ABD ve İsrail ortaklığı

doğrultusunda İngiliz üslerini kullanmasına karşılık , Rusya da Akel partisi aracılığı ile Kıbrıs üzerindeki

etkinliğini sürdürmekte  ve iki yüz bine yakın vatandaşını bu adanın güney kısmında tutmaktadır .

Ruslar’ın Kıbrıs’ta  yüz bin kişilik ayrı bir Rus kenti kurduğu bir yeni döneme girilmiştir . Rusya , batının

bütün engellemelerine rağmen , Suriye’deki askeri üssü ile Kıbrıs’taki  kendine bağlı ekonomik ve siyasal

yapılanmasını korumuştur . Bugün için Rusya’nın Kıbrıs adası üzerinden Asya ve Afrika ülkelerine açılarak

sıcak denizler üzerinden dünya ticaretine girdiği görülmektedir . Rusya ile İsrail ilişkileri , bölgedeki sıcak

gelişmelere göre yönlenirken ,Rusya’nın Kıbrıs’tan çıkarılması için İsrail Kırım’ın Rusya ya verilmesini

desteklerken ,bir anlamda  bölgedeki Arap ve Müslüman  çoğunluğa karşı, Rusya ile yeni bir işbirliğini de

başlatmaktadır . Brzezisnki , son kitabında batı emperyalizmi ile ters düşecek bir Rusya’nın

Gürcistan,Ukrayna ,Ermenistan ve Beyaz Rusya gibi bölge devletlerini işgal ederek, federasyon çatısı içine

alabileceğini söylemektedir . Kafkasya’nın güneyinde yer alan Azerbaycan’da böylesine bir tehdit ile karşı

karşıyadır . 2015 yılı başlarken Doğu Anadolu olayları yeniden gündeme getirilerek , Büyük Ermenistan’ın

önü açılmaya çalışılırken , bugünkü Kafkas Ermeni devletini kurmuş olan Rusya’nın ilgisi yeniden

Anadolu üzerinden Orta Doğu bölgesine doğru kaydırılmaya çalışılmaktadır .

Avrupa ülkeleri ile büyük bir enerji ortaklığına girmiş olan Rusya , bu yoldan çok büyük

zenginliklere sahip olurken , batı ülkeleri ile ilişkilerini yumuşatmaya çalışmakta ama orta Doğu ‘da bir

İsrail yapılanmasının Hırıstıyan Avrupa ile karşı karşıya geldiği yeni aşamada  , İsrail lobileri Rusya’nın

ilgisini ve ağırlığını Orta Doğu bölgesinde Araplara ve Müslümanlara karşı kullanmaya çalışmaktadır .

Kırım konusundaki işbirliği yarın Kıbrıs adasında da devam ettirilirse , bölge ülkelerini alt etmekte gücü

yetersiz kalan İsrail Rusya’yı ve bu ülkenin büyük askeri gücünü bölgedeki komşularına karşı kullanmaya

kalkışabilecektir . Kırım – Kıbrıs pazarlığı sonrasında benzeri bir pazarlık , Suriye üzerinde de gündeme

gelebilir ve bu ülke üzerinde İsrail’in istekleri doğrultusunda hareket etmeyen ABD ve Fransa’ya karşı

Rusya ‘nın ağırlığı , Siyonist lobiler tarafından dünya dengeleri için kullanılabilir . Olayların geliştiği son

yıllarda Rusya’nın geçen dönemde girmiş olduğu Suriye ve Kıbrıs’tan çıkmaya pek de  istekli olmadığı ve

batının askeri saldırılarına karşı bu  bölgede tıpkı Çin gibi İran ile beraber hareket etmeye çalıştığı göze

çarpmaktadır . Bugüne kadar İran ile ortak hareket eden Rusya’nın , gelecekte İsrail’in çıkarları

doğrultusunda bölge ülkelerine karşı kullanılması  yeni bir dönemin başlangıcı olabileceği gibi , merkezi

coğrafyadaki siyasal gelişmelerin yönünü de değiştirecektir . Merkezi alanda batı üstünlüğünün devam

ettirilmesi konusunda, İsrail ile Avrupa ülkelerinin ters düşmesi noktasında  Rusya bir kurtarıcı olarak

Siyonist lobiler aracılığı ile  devreye sokulabilecektir . Yeni dönemde Rusya’nın Suriye’deki askeri üs

benzeri yeni yapılanmaları,Akdeniz kıyısında bulunan Mısır,Libya,Lübnan  ya da  Tunus,Cezayir gibi

ülkelerde de  kurması gündeme gelebilir . Eski Osmanlı ülkeleri zaman içerisinde Rusya Federasyonunun

yeni eyaletleri  olarak ortaya çıkabilir.Böylesine bir durumun gündeme gelmesi durumunda eskiden var

olan Rus-Osmanlı çekişmesinin bir benzeri Türkiye-Rusya arasında ortaya çıkabilir .

Artık sıcak denizlere inmiş olan Rusya’nın yeni dönemde eskisi gibi  bir kuzey ülkesi olarak

hareket etmesini beklemek mümkün değildir . Soğuk bölgelerden sıcak denizlere inmiş olan bir Rusya

artık eskisinden daha fazla bir uluslar arası aktör olarak hareket edecek , kurucu olduğu Şangay Örgütü ,

BRİC yapılanması ,Avrasya Birliği ve Kollektif Savunma  Örgütü üzerinden  , batı merkezli  politikalara

karşı  doğu merkezli politikaları dünyanın gündemine taşıyabilecektir . Latin Amerika ülkeleri ile

sürdürülecek işbirliği beraberinde diğer Asya ve Afrika ülkelerine de yeni açılımları gündeme getirecek

ve Rusya eskisine oranla daha fazla küresel alanda güçlü bir süper ülke olarak  siyasal gelişmeleri

etkileyecek ya da yönlendirecektir . Bu nedenle , Amerika Birleşik Devletleri de politika değişikliğine

giderek , merkezi alanda  Rusya ile yeni bir işbirliğine gitmeye çalışmaktadır . Soğuk savaş döneminin

alışkanlığı olan ABD-Rusya paslaşması ile sorunların daha kolay çözüme kavuşması sağlanacak , ABD’nin

en büyük rakibi olan Çin’e karşı Amerika , Rusya ile işbirliğini  Avrasya bölgesi ve merkezi alanda daha

geliştirerek sürdürecektir . Türkiye üzerinden kurulacak bir tahterevalli de Rusya ile Amerika  merkezi

alanda kendi siyasal oyunlarını oynayacaklar ve böylece Avrupa’nın emperyal devletleri ile Çin’in yeni bir

emperyalist güç olarak  Orta Dünyaya girmelerine izin vermemeye çalışacaklardır . Önümüzdeki

dönemde ABD-Rusya işbirliği merkezi alanda gelişirken, Avrupa ülkeleri de Çin ile işbirliği yaparak bu yeni

ortaklığı aşmaya çalışacaklardır .  Kenar kuşak çevirmelerini ya da ,kuzeye hapsedilme senaryolarını aşan

bir Rusya  Federasyonu  yeni dönemde küresel etkinliğini artırırken , sıcak denizlerde at oynatan bir

küresel güç gibi hareket edebilecektir .

 Osmanlı tarihi incelendiği zaman , bu merkezi imparatorluğun  yedi asırlık hükümranlığının ilk

yarısında  Selçuklu İmparatorluğundan devralınan bir misyon olarak  Avrupa kıtasından gelen Haçlılara

karşı   uzun süreli  mücadele  yürütülmüştür . İmparatorluğun son üç yüz yılında ise , kuzeydeki  tehlike

olarak Rusya’nın sıcak denizlere inmesine karşı  ,sistemli bir karşı koyuş örgütlenmeye çalışılmıştır . Bu

nedenle ,Osmanlı ahalisi arasında  bir Moskof düşmanlığı sürekli olarak örgütlenmiş ve Rusya’dan

kovulan Türkler ile Müslümanların  Osmanlı bölgelerine gelerek yerleşmesiyle , Rusya’nın sıcak denizlere

iniş harekatı önlenmeye çalışılmıştır .Osmanlı tarihi ile ilgili bütün kitaplarda kuzeydeki tehlike olarak ele

alınan Rus Çarlığının güneye doğru genişlemesi  ,Rusların sıcak denizlere inişi olarak anlatılmaya

çalışılmıştır . Karadeniz kıyılarını ele geçiren Rusların benzeri bir  girişimi Akdeniz kıyılarında da

gerçekleştirmeye çalışması yüzünden ,Osmanlı İmparatorluğu son üç  asırlık döneminde  sürekli olarak

Rus orduları ile savaşmak zorunda kalmıştır . Ruslar Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden sıcak denizlere

doğru ilerlerken ,bu bölgedeki Türk imparatorluğu olan  Osmanlı devleti  önce çöküş ve sonra da yıkılış

dönemlerini yaşayarak dünya haritasından silinmiştir .Bir kuzey devleti olan Rusya’nın  sıcak denizlere

inerek  orta dünyaya egemen olması , merkezi Türk hegemonyasına son vereceği gibi  , batılı emperyal

devletlerin de   merkezi alandaki etkinliklerini devre dışı bırakacaktır .                                                                                                                                

Türkiye’nin tam merkezinde yer aldığı Orta Dünya’da ,hem ABD’nin hem de İsrail’in Rusya ile

yeni ortaklıklara ve işbirliklerine yönelmesi ,öncelikle Türkiye’nin meselesi olarak gündeme gelmektedir .

Daha düne kadar Rusya’ya karşı Türkiye’nin işbirliği yaptığı batılı müttefiklerin ,yeni dönemde küresel

çıkarları doğrultusunda hareket etmesiyle birlikte  ,Türkiye içinde bulunduğu bölgede yalnızlığa terk

edilmektedir , Bu durumda , Türkiye’nin de yeni bölgesel ve küresel açılımlara girmesi gerektiği açıkça

ortaya  çıkmaktadır. Küreselleşme görünümünde  küresel şirketlerin ulus devletleri yıkma dönemi sona

ererken  ve   var olan devletler arasında yeni bir ulusal rekabet aşaması gündeme gelirken , Türkiye

cumhuriyeti de  Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından miras kalan siyasal birikim ile , cumhuriyetin

kurucu iradesinden devralınan  jeopolitik  bilinci kullanarak ,yeni dünya düzeninde  kendine layık olan

yeri bulacaktır . Yeni bir dünya düzeni kurulurken , Türkiye  Cumhuriyeti de  kendisi için uygun bir yer

bulmak zorundadır . Aksi takdirde , Rusların sıcak denizlere inmesi  operasyonu ile , merkezi alandaki

Türk devleti yapılanması sona erebilir . Büyük Avrupa,  Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail gibi projelerin

yanı sıra , Rusların  Avrasya stratejileri de    Avrasya kıtasında hem Türk  dünyası  varlığına hem de

Türkiye cumhuriyetine  karşı çok ciddi bir tehdit oluşturmaktadır . Amerika ve Rusya arasında  kurulmak

istenen tahterevalli  senaryosuna alet olmak Türkiye’yi kurtarmaya yetmeyecektir .  İsrail siyonizminin

İslam dünyasına karşı bir Hrıstıyan güç olarak Rusya’yı  Orta Doğu’ya getirmesi  , Amerikan askeri gücü

yerine Rus askeri gücünü bölge ülkelerine karşı kullanmaya çalışması da  , merkezi alana kalıcı bir barış

düzeni getiremeyecektir . Dünyanın merkezi bölgesinde kalıcı bir barışın sağlanabilmesi , Türkiye

Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün gündeme getirdiği  gibi , bölge devletleri arasında oluşturulacak bir

güvenlik ve işbirliği dayanışmasının örgütlü bir yapılanmaya dönüştürülmesiyle sağlanabilecektir . Türk

devleti şimdiye kadar yurtta ve dünyada sulh ilkesi üzerine dış politikasını yürütmeye çalışmıştır . Ne var

ki , yeni ortaya çıkan koşullar bu kez bir de bölgede barış ilkesini öne çıkarmaktadır . Amerikan ya da

İngiliz ordularının  emperyal güçler olarak bölgeye barış getiremediği dikkate alınırsa , yeni bir emperyal

güç olarak , sıcak denizlere inmiş olan Rusya’nın orduları da  merkezi alana barışı getiremeyecektir .

Bölge barışı bütünüyle harita üzerinde yer alan devletler arasındaki işbirliği ve dayanışmaya bağlı

bulunmaktadır . Bölge devletlerini bölerek barış sağlanamayacağı  yarım yüzyıldır ortaya çıkmıştır

.Gerçek anlamda  barış , bölge devletlerinin bir araya gelerek merkezi bir güvenlik ve işbirliği

örgütlenmesine gitmeleriyle elde edilebilecektir .  George amcanın , Sam amcanın ya da Hans amcanın

gerçekleştiremediği  merkezi barışı  İvan amca  da bir emperyalist olarak hiç  bir zaman istendiği gibi

gerçekleştiremeyecektir . İvan amcanın , David amcanın Siyonist planlarına alet olması barıştan daha çok

bölgede yeni tepkilere yol  açarak çatışmaları tırmandırabilecektir .

Sınaî Mülkiyet (marka - patent/faydalı model - endüstriyel tasarım) Hakları alanında Danışmanlık ve koruma almak isteyen firmalara

Sınaî Mülkiyet (marka - patent/faydalı model - endüstriyel tasarım) Hakları alanında Danışmanlık ve koruma almak isteyen firmalara uzman desteği
Ulusal ve Uluslararası haklarınızın korunması için ucuz değil doğru hizmet önemlidir.
TÜRKİYE’NİN HER NOKTASINA OFİSLERİMİZLE DESTEK VERMEKTEYİZ.
TELEFON,YETKİLİ İSMİ,CEP ve OFİS TELEFONU ve ADRES BİLGİLERİNİZİ BIRAKIN UZMANLARIMIZ SİZE ULAŞSIN.
MARKA; Üretilen ürün ve sunulan hizmetlerde kullanılan ayırt edici ve tanıtıcı ibarelerdir. Tescil ile korunmalıdır.
PATENT; Yeni, hayali olmayan - üretilebilir ve bir soruna çözüm getiren yenilik ve teknik buluşlardır. 20 yıl koruma sağlar.
TASARIM; Ürünlerin dış görünümünde yapılan farklılık ve estetik yeniliktir. Tescile konu edilebilir.
FAYDALI MODEL; Buluş sayılabilecek, var olan makine ve düzenekler üzerinde yapılan küçük değişik ve geliştirmelerdir. 10 yıl koruma sağlar.
Marka sahipleri, tescilli olan veya müracaatını yaptıkları markanın tüm dünyada korunduğunu düşünmektedir. Yanlış bilgi, 
MARKA TESCİLİNE DAYALI HAK İDDİASI, SADECE TESCİL İLE KORUMA ALINAN ÜLKELERDE YAPILABİLİR.

Marka sahibi, tescilli "Markanın" kendisine tüm sınıflarda genel koruma sağladığını düşünür. Yanlış bilgi, 
TESCİLLİ MARKA, MÜRACAATTA TALEP EDİLEN ÜRÜN VE HİZMETLERLE SINIRLI KORUMA SAĞLAMAKTADIR.

Girişimciler, Ticaret Odalarına firma açılışı yaptıklarında isminin tescilli olduğuna inanır ve ismim (markam) zaten tescilli der. Yanlış... 
TİCARET ODASINDAKİ UNVAN KAYDI, MARKA TESCİLİ İLE ELDE EDİLEN KANUNİ YAPTIRIM HAKKINI SAĞLAMAZ.

EKONOMİ BAKANLIĞI İhracatçı firmalara "Yurt Dışı Birim, Marka ve Tanıtım Faaliyetlerinin Desteklenmesi" başlığında mali destek vermektedir. Destekten istifade edebilmenin temel şartı, "Tüzel Kişiliğe" sahip olan firmanın yurtdışında TESCİLLİ veya TESCİL BAŞVUSU yapılmış markasının bulunması gerekir.
Gıda Sicil Belgesi, TSE, HSYB, Garanti Belgesi alabilmek, Kamu İhalelerine katılmak ve Devlet Malzeme Ofisinde tedarikçi olarak yer almak için MARKA TESCİL BELGESİ sunmak zorunludur.
Firmalarımızın, yurtdışında pazar oluşturmak ve taklit kullanımları engellemek için kullandıkları markalarını ilgili ülkelerde TESCİL ettirmeleri gerekmektedir.
Marka
·         Marka Tescili
·         Marka Araştırma
·         Marka İzleme
·         Diğer Marka Hizmetleri
Patent
·         Yurtdışı Patent Hizmetleri
·         Patent Araştırma
·         Patent İzleme
·         Diğer Patent Hizmetleri
Endüstriyel Tasarım
·         Tasarım Tescili
·         Tasarım Araştırma
·         Tasarım İzleme
·         Diğer Tasarım Hizmetleri
Danışmanlık
·         Markalarm ve Global Markalarm
·         Teknoprofil
·         Tam Destek Paketleri
·         Marka Değerleme
Muzaffer DÖNMEZ
05425610316
Muzaffer.donmez@gmail.com