Daha önce Freud'un çocukluğu ve eğitimi ile ilgili kısa bir makale yazmıştım.
Şimdi de Sayın Murat Bayhan ve Aziz Yararlı'nın daha uzun bir çalışmasını sizinle paylaşmak istiyorum.
Önümüzdeki günlerde bununla ilgili bir kaç makalem daha olacak.Saygılarımla Muzaffer DÖNMEZ
[ÖNSÖZ]
Aşağıdaki tartışmalar Haz
İlkesinin Ötesi (1920[g])
başlıklı yazımda başlattığım ve orada belirtildiği gibi kendilerine karşı
kişisel olarak belli bir iyilikbilir merakla yaklaştığım düşünce çizgilerinin
sürdürülmesidir. Bu tartışmalar bu düşünceleri temel alarak onları çözümlemede
gözlenen çeşitli olgularla bağlar ve bu bileşimden yeni vargılar türetmeye
çalışırlar; ama yaşambilimden yeni hiçbirşey ödünç almadıkları için,
ruhçözümlemeye Haz İlkesinin Ötesi’nden
daha yakın dururlar. Bir kurgu doğasında olmaktan çok bir bireşim doğasını
taşırlar ve önlerine daha yüksek bir hedef koymuş görünürler. Ama en kaba
çizgilerin ötesine geçmediklerini biliyorum, ve bu kısıtlama ile bütünüyle
yetiniyorum.
Bu sayfalarda şimdiye dek ruhçözümsel
irdelemenin nesnesi olmamış noktalar ele alınır, ve çözümlemeci olmayanlar
tarafından ya da eski çözümlemeciler tarafından ortaya koyulan birçok kurama
dokunmaktan kaçınmak olanaklı olmamıştır. Bunun dışında her zaman başka
araştırmacılara borçlarımı kabul etmeye hazır oldum; ama bu durumda böyle bir
minnettarlık borcu ile yüklü olmadığımı duyumsuyorum. Eğer ruhçözümleme şimdiye
dek belli şeylere değer vermemişse, bu hiçbir zaman onların başarılarını
gözardı ettiği ya da önemlerini yadsımaya çalıştığı için değil, ama henüz
oralara dek götürmeyen belirli bir yolu izlediği için böyle olmuştur. Ve son
olarak, onlara ulaştığı zaman, olgular başkalarına göründüğünden başka türlü
görünmüştür.
I
BİLİNÇ VE BİLİNÇALTI
I. 1. Bu giriş kesiminde söyleyecek yeni hiçbirşey
yoktur ve daha önce sık sık söylenenlerin yinelenişinden kaçınılmayacaktır.
I. 2. Ruhsalın
bilinçli olana ve bilinçsiz olana ayırdedilmesi ruhçözümlemenin temel
varsayımıdır ve ruhsal yaşamda sık oldukları denli de önemli olan patolojik
süreçleri anlama ve onları bilimin çerçevesi içersinde düzenleme olanağını
yalnızca bu varsayım sağlar. Bir kez daha ve başka türlü belirtirsek:
Ruhçözümleme ruhsal olanın özünü bilince yerleştirmez, ama zorunlu olarak
bilinci ruhsalın öyle bir niteliği olarak görür ki, başka niteliklere ek olarak
bulunabilir ya da bulunmayabilir.
1.3. Eğer ruhbilime
ilgi duyan herkesin bu yazıyı okuyacağını düşünebilirsem, kendimi okurlarımdan
bir bölümünün daha bu noktada takılıp kaldıklarını ve daha ileri
gidemediklerini görmeye de hazırlamam gerekir, çünkü ruhçözümlemenin ilk
parolası buradadır. Felsefede eğitimli pekçok insan için ayrıca bilinçli de
olmayan ruhsal herhangi birşey düşüncesi öylesine anlaşılmazdır ki, onlara
saçma olarak ve salt mantık yoluyla çürütülebilir olarak görünür. İnanıyorum
ki, bunun biricik nedeni, bu görüşü — patolojik belirişlerden bütünüyle ayrı
olarak — zorunlu kılan ilgili hipnotizma ve düş fenomenlerini hiçbir zaman
incelememiş olmalarıdır. Bunların bilinç ruhbilimleri düş ve hipnoz sorunlarını
çözmeye yeteneksizdir.
I. 4. Bilinçli olma [bewußt sein] ilk olarak en dolaysız ve en pekin algı üzerine
dayanan salt betimleyici bir terimdir. Deneyim bize bir ruhsal öğenin, örneğin
bir tasarımın, genellikle uzun bir süre bilinçli olmadığını gösterir. Tersine,
bir bilinç durumunun çok geçici olması tipiktir; şimdi bilinçli olan bir
tasarım bir kıpı sonra artık böyle değildir, ama kolayca yaratılan belli
koşullar altında yeniden bilinçli olabilir. Arada tasarımın ne olmuş olduğunu
bilmeyiz; gizli olmuş olduğunu
söyleyebiliriz, ve bununla her zaman
bilinçli olma yeteneğinde olduğunu demek isteriz. Ya da, bilinçsiz olmuş olduğunu söylersek de
doğru bir betimleme vermiş oluruz. Bu ‘bilinçsiz’ o zaman ‘gizli ve bilinçli
olmaya yetenekli’ ile çakışır. Felsefeciler hiç kuşkusuz karşı çıkacaklardır:
Hayır, bilinçsiz terimi burada uygulanabilir değildir; tasarım, gizlilik
durumunda olduğu sürece, ne olursa olsun ruhsal birşey değildi. Burada onlarla
çelişmek bize hiçbirşey kazandıramayacak bir sözcükler tartışmasına
götürecektir.
I. 5. Ama bilinçsiz terimine ya da kavramına
içlerinde ruhsal dinamiğin bir
rol oynadığı deneyimleri irdeleyerek başka bir yoldan ulaştık. Çok güçlü ruhsal
süreçlerin ya da tasarımların varolduğunu öğrendik — ki kabul etmek zorunda
kaldık demektir —, ve ilk olarak burada irdelemeye nicel, ve dolayısıyla
ekonomik bir etmen girdi. Bu süreç ya da tasarımların tümü de ruhsal yaşam için
sıradan tasarımlarla aynı sonuçları üretebilseler de — ki bunların arasında
tasarımlar olarak yeniden bilinçli olabilen sonuçlar da bulunur —, buna karşın
kendileri bilinçli olmazlar. Daha önce sık sık açımlanmış olan şeyleri burada
ayrıntılı olarak yinelemek gerekli değildir.1 Bu noktada
ruhçözümleme kuramının içeri girdiğini ve böyle tasarımların bilinçli olamamalarının
nedeninin belli bir kuvvetin onlara karşı direnmesi olduğunu, yoksa bilinçli
olabileceklerini, ve o zaman açıkça ruhsal oldukları kabul edilen başka
öğelerden ne denli az ayrı olduklarının görüleceğini ileri sürdüğünü söylemek
yeterlidir. Ruhçözümleme uygulayımında direnen kuvvetin ortadan kaldırılmasına
ve ilgili tasarımların bilinçli kılınmasına yardımcı olabilecek bir aracın
bulunmuş olması bu kuramı çürütülemez yapar. Tasarımların bilinçli kılınmadan
önce içinde oldukları duruma baskı
diyoruz, ve baskıyı yerleştirmiş ve sürdürmekte olan kuvvetin ruhçözümleme işi
sırasında direnç olarak
duyumsandığını ileri sürüyoruz.
1[Bkz. örneğin ‘‘Ruhçözümlemede Bilinçsizin Kavramı Üzerine’’ (1912g), § 10 (s. 52) ve § 16
(s. 55.) ]
I. 8. Ama ruhçözümleme çalışmasının daha öte
gelişiminde bu ayrımlar bile elverişsiz ve kılgısal olarak yetersiz olduklarını
gösterdiler. Bunu gösteren durumlar arasında belirleyici olduğu açığa çıkan
şudur. Bir insandaki ruhsal süreçlerin tutarlı bir örgütlenişinin olduğu
düşüncesini geliştirdik ve bu örgütlenmeye onun beni diyoruz. Bilinç bu bene bağlıdır; benin devinebilirliğe
erişebilme, eş deyişle uyarıların dışsal dünyaya boşalımını sağlama gücü
vardır; ona ait tüm bölümsel süreçler üzerinde denetim uygulayan ruhsal yapıdır
ki, gece uyku durumuna girer ve o zaman bile düşler üzerinde sansür uygulamayı
sürdürür. Bu benden baskılar da doğar ve onlar aracılığıyla belli ruhsal
eğilimlerin yalnızca bilinçten değil ama ayrıca başka etkililik ve etkinlik
türlerinden de dışlanması gerekir. Baskı yoluyla bir yana atılmış olan bu
eğilimler çözümlemede ben ile karşıtlık içinde dururlar, ve çözümleme benin
baskılanmış gereçle ilgilenmeye karşı sergilediği dirençleri ortadan kaldırma
görevi ile karşı karşıya kalır. Şimdi çözümleme sırasında önüne belli görevler
koyulan hastanın güçlüklere düştüğünü gözleriz; baskılanmış gerece
yaklaştıkları zaman çağrışımları başarısızlığa uğrarlar. Ona o zaman bir
direncin egemenliği altına girdiğini söyleriz; ama kendisi bu konuda hiçbirşey
bilmez, ve hazsızlık duygularından şimdi kendisinde bir direncin işlemekte
olduğunu tahmin etse bile, onu tanımlamayı ve belirtmeyi başaramaz. Ama bu
direnç hiç kuşkusuz onun beninden kaynaklandığına ve bu bene ait olduğuna göre,
önceden görülmeyen bir durumla karşı karşıyayızdır. Benin kendisinde öyle
birşey ile karşı karşıyayızdır ki o da bilinçsizdir ve tam olarak baskılanmış
içerik gibi davranır; eş deyişle, kendisi bilinçli olmaksızın güçlü etkilere
anlatım verir ve bilinçli kılınması özel bir çabayı gerektirir. Çözümleme
kılgısı açısından bu deneyimin sonucu, eğer alışıldık anlatım yollarımıza
sarılırsak ve örneğin sinirceyi bilinçli ve bilinçsiz arasındaki bir çatışmaya
indirgemeyi istersek, sonu gelmez bulanıklıklara ve güçlüklere düşmek
olacaktır. Bu karşıtlığın yerine ruhsal yaşamın yapısal koşulları üzerine
içgörümüzden alınan bir başkasını, tutarlı ben ve ondan kopmuş baskılanan
içerik arasındakini geçirmemiz gerekecektir.3
3Bkz. Haz İlkesinin Ötesi
(1920g), [§ III. 2 (s. 289)].
1.9. Ama sonuçlar bilinçsiz üzerine görüşümüz
açısından daha da önemlidirler. Dinamik irdeleme bizi ilk düzeltmeye götürdü;
yapısal içgörü ise ikincisine götürür. Bç.siz’in
baskılanmış ile çakışmadığını kabul ediyoruz; tüm baskılanmışın bç.siz olduğu doğru kalır, ama tüm Bç.siz ayrıca baskılanmış da
değildir. Benin bir bölümü de — ne denli önemli olduğunu yalnızca Tanrı bilir —
bç.siz olabilir, ve hiç
kuşkusuz bç.siz’dir. Ve bu
benin bu Bç.siz’i Öbç’in anlamında gizli değildir; eğer
olsaydı, bç.li olmaksızın
etkinleştirilemezdi, ve onu bilinçli kılma süreci böyle büyük güçlüklere
düşmeyebilir. Kendimizi baskılanmamış bir üçüncü Bç.siz’i konutlama zorunluğu karşısında bulduğumuz zaman,
bilinçsiz olma karakterinin bizim için önemini yitirmeye başladığını kabul
etmeliyiz. Birçok anlamı olan bir niteliğe dönüşür ki, ne denli umudetmiş olsak
da, uzak erimli ve kaçınılmaz vargılar çıkarmamıza izin vermez. Gene de bu
özelliği gözardı etmekten kaçınmalıyız, çünkü en sonunda bilinçli olma ya da
olmama karakteri derinlik ruhbiliminin karanlıklarındaki biricik ışıktır.
II
BEN VE O
II. 1. Patolojik araştırma ilgimizin baskılanmışa
gereğinden öte yönelmesine neden oldu. Şimdi benin de sözcüğün asıl anlamında
bilinçsiz olabileceğini bildiğimiz için, hakkında daha çok şey öğrenmek
istiyoruz. Şimdiye dek araştırmalarımız sırasında elimizdeki biricik ipucu
bilinçlinin ya da bilinçsizin ayırdedici özelliğiydi; sonunda bunun nasıl çok
anlamlı olabileceğini görmeye başladık.
II. 2. Şimdi tüm bilgimiz her zaman bilince bağlıdır.
Bç.siz’i bile ancak bilinçli
kılarak bilebiliriz. Ama durun! Bu nasıl olanaklıdır? Birşeyi bilinçli kılmak
ne demektir? Bu nasıl olur?
II. 3. Bu bağıntıda hangi noktadan
başlamamız gerektiğini daha şimdiden biliyoruz. Demiştik ki bilinç ruhsal
aygıtın yüzeyidir; eş deyişle
onu bir işlev olarak bir dizgeye yükledik ki, uzaysal olarak dışsal dünyadan
ilkin ona ulaşılır. Dahası, burada ‘uzaysal’ yalnızca işlev anlamında değil,
ama bu kez ayrıca anatomik kesimleme anlamında da geçerlidir.4
Araştırmalarımız da bu algılayıcı yüzeyi başlangıç noktası olarak almalıdır.
4Bkz. Haz İlkesinin Ötesi
[§ IV. 4 (s. 297).]
II. 4. Dışardan alınan tüm algılar (duyusal-algılar)
ve içerden alınan duyumlar ve duygular dediğimiz tüm algılar başından bç.li’dirler. Ama — kabaca ve
sağınlık olmaksızın — düşünce-süreçleri olarak biraraya toparlayabileceğimiz o
iç süreçlerin durumu nedir? Kendilerini aygıtın içersinde bir yerlerde eyleme
geçme yolundaki ruhsal erkenin yerdeğişimleri olarak gösteren bu süreçler
bilincin ortaya çıkmasına neden olan yüzeye ilerler mi? Yoksa bilinç mi onlara
doğru gider? Bu açıktır ki ruhsal olayların uzaysal ya da topografik
tasarımlarını ciddiye aldığımız zaman kendini gösteren güçlüklerden biridir.
Her iki olanak da eşit ölçüde tasarlanamazdır, ve bir üçüncü durum olmalıdır.5
5[Bu ‘‘Bilinçaltı’’nın (1915e)
ikinci kesiminde daha uzunlamasına tartışılmıştı, bkz. § II. 2 vs. (s. 175-8).]
II. 5. Başka
bir yerde6 bç.siz
bir tasarım ve öbç.li bir
tasarım (bir düşünce) arasındaki edimsel ayrımın birincinin kendisini
bilinmeyen kalan bir gereç üzerinde yer alırken, ikincinin ise (öbç.li olanın) ek olarak sözcük-tasarımları ile bağıntı içine
getirilmesinden oluştuğunu ileri sürmüştüm. Bu Öbç ve Bç olarak
iki dizgenin bilinç ile ilişkileri dışında bir başka ayırdedici özelliklerini
daha belirtmek için ilk girişimdir. ‘Birşey nasıl bilinçli olur?’ sorusu
böylece amaca daha uygun olarak ‘Birşey nasıl önbilinçli olur?’ biçiminde
bildirilir. Ve yanıt ‘Ona karşılık düşen sözcük-tasarımları ile bağlanma
yoluyla’ olacaktır.
6‘‘Bilinçaltı,’’ [§ VII. 13
vs. (s. 206 vs)].
II. 6. Bu sözcük-tasarımları anı kalıntılarıdır; bir
zamanlar algılar idiler, ve tüm anı kalıntıları gibi yine bilinçli olabilirler.
Doğalarını daha öte ele almadan önce, ancak bir kez bç.li algı olmuş olan birşeyin bilinçli olabilmesi, ve duygulardan
ayrı olarak içerden doğup da bilinçli olmaya çalışan herhangi birşeyin kendini
dışsal algılara dönüştürmek zorunda olması üzerimize yeni bir içgörü gibi
doğar. Bu anı kalıntıları ile olanaklı olur.
II. 7. Anı kalıntılarını A-Bç dizgesine dolaysızca bitişik dizgelerde kapsanıyor olarak
düşünürüz, öyle ki o kalıntlara yatırım içerden kolayca bu dizgenin öğeleri
üzerine yayılabilir.7 Burada hemen sanrıları, ve en diri anının her
zaman bir sanrıdan ve bir dışsal algıdan ayırdedilebilir olması olgusunu
düşünürüz,8 ama aynı zamanda hemen görürüz ki bir anı yeniden
yaşandığı zaman yatırım anı dizgesinde kalırken, bir algıdan ayırdedilemeyen
sanrı ise yatırım yalnızca anı kalıntısından A-öğesi üzerine yayıldığı zaman değil ama bütünüyle üzerine
geçtiği zaman doğabilir.
7[Bkz. Düşlerin Yorumu (1900a),
Bölüm VIII, P.F.L., 4, 687.]
8[Bu görüş Breuer tarafından Histeri
Üzerine İncelemeler’e (1895d)
kuramsal katkısında anlatılmıştı, P.F.L.,
3, 263.]
II. 8. Sözel kalıntılar özsel olarak işitsel
algılardan kaynaklanırlar,9 öyle ki bu yolla bir bakıma Öbç dizgesi için özel bir
duyu-kaynağı verilir. Sözcük-tasarımlarının görsel bileşenleri ikincildir,
okuma yoluyla kazanılır, ve ilk olarak gözardı edilebilirler; ve bu sağır ve
dilsizler dışında destek imleçler rolünü oynayan sözcüklerin devim-imgeleri
için de geçerlidir. Sözcük gene de aslında işitilmiş sözcüklerin anı
kalıntısıdır.
9[Freud bu vargıya patolojik bulgular temelinde sözyitimi üzerine
monografında (1891b) varmıştı.]
II. 9. Belki de yalınlaştırma gibi bir amaç uğruna,
şeylere ilişkin oldukları zaman görsel anı kalıntılarının önemini unutmaya, ya
da düşünce-süreçlerinin görsel kalıntılara bir geri dönüş yoluya bilinçli
olmalarının olanaklı olduğunu ve birçok insan durumunda bunun gözde yöntem
olarak göründüğünü yadsımaya götürülmemeliyiz. J. Varendonck’un gözlemlerine
göre,10 düşlerin ve önbilinçli düşlemlerin incelemesi bize bu görsel
düşünmenin kendine özgü yanı konusunda birşeyler anlatabilir. Onda çoğunlukla
yalnızca düşüncenin somut gerecinin bilinçli olduğunu, ama düşünceleri özel
olarak nitelendiren ilişkiler için görsel bir anlatımın verilemeyeceğini
öğreniriz.11 İmgelerde düşünme öyleyse bilinçli olmanın yalnızca çok
eksik bir yoludur. Ayrıca belli bir yolda bilinçsiz süreçlere sözcüklerde düşünmeden
daha yakın durur ve hiç kuşkusuz hem özgelişimsel hem de soygelişimsel olarak
sözcüklerde düşünmeden daha eskidir.
10[Varendonck’un Freud’un bir sunuş yazısıyla katkıda bulunduğu bir
kitabında (1921).]
11[İngilizce çeviride tümcenin son bölümü şöyledir: ‘‘düşünceleri
özel olarak nitelendiren şey olan bu gerecin çeşitli öğeleri arasındaki
ilişkilere görsel anlatım verilemez.’’]
II. 10. Öyleyse, uslamlamamıza geri dönersek, kendinde
bilinçsiz olanın önbilinçli olma yolu bu ise, baskılanmış olan birşeyi nasıl
(ön)bilinçli yaparız sorusunun yanıtı şöyledir: Bu böyle öbç.li halkaları çözümleme çalışması
yoluyla kurarak yapılır. Öyleyse bilinç kendi yerinde kalır; ama öte yandan Bç.siz ise Bç’ye yükselmez
II. 11. Dışsal algıların ben ile ilişkileri bütünüyle
açıkta yatarken, içsel algıların ben ile ilişkileri özel araştırmayı
gerektirir. Bir kez daha tüm bilinci yüzeysel bir A-Bç dizgesi ile ilişkilendirmenin doğru olup olmadığı
kuşkusunu yaratır.
II. 12. İç algılar ruhsal aygıtın en büyük türlülüğü
gösteren ve hiç kuşkusuz ayrıca en derinde olan katmanlarındaki süreçlerin
duyumlarını verirler. Bunlar konusunda çok az şey bilinir, ve haz-hazsızlık
dizisine ait olanlar henüz en iyi örnekleri olarak görülebilir. Dışsal olarak
doğan algılardan daha kökensel, daha öğeseldirler ve bulanık bilinç durumunda
bile ortaya çıkabilirler. Daha büyük ekonomik önemleri ve bunun metapsikolojik
temelleri üzerine görüşlerimi başka bir yerde anlattım.12 Bu
duyumlar tıpkı dışsal algılar gibi çok-yerlidirler; eşzamanlı olarak değişik
yerlerden gelebilirler ve buna göre değişik ya da giderek karşıt nitelikler
taşıyabilirler.
12[Haz İlkesinin Ötesi, § IV. 8 (s. 300). ]
II. 13. Haz verici duyumların kendilerinde itici
hiçbir özellikleri yokken, buna karşı hazsızlık duyumları bu özelliği en yüksek
derecede gösterirler. İkinciler değişime, boşaltıma doğru basınç yaparlar, ve
bu yüzden hazsızlığı erke yatırımının bir yükselmesi olarak ve hazzı ise bir
alçaltılması olarak yorumlarız. Haz ve hazsızlık olarak bilinçli olanı ruhsal
süreçteki nicel-nitel bir ‘başka’ olarak adlandıralım; ve böyle bir ‘başka’
acaba tam olduğu yerde bilinçli olabilir mi, yoksa A dizgesine dek iletilmesi zorunlu mudur diye soralım.
II. 14. Klinik deneyim ikinciden yana karar verir. Bu
‘başka’nın baskılanmış bir dürtü gibi davrandığını gösterir. Dürtücü kuvvet
uygulayabilir, ve bunu benin zorlamayı saptaması olmaksızın yapabilir. Ancak
zorlamaya direnç ya da boşaltma tepkisinin durdurulması bu ‘başka’yı hemen
hazsızlık olarak bilinçli kılar. Gereksinimlerden doğan gerginliklerin
bilinçsiz kalabilmeleri ile aynı yolda, acı da bilinçsiz kalabilir; ve acı iç
ve dış algı arasındaki bir halkadır ki, dış dünyadan kaynaklandığı yerde bile
bir iç algı gibi davranır. Öyleyse duyumların ve duyguların ancak A dizgesine ulaşma yoluyla bilinçli
olmaları olgusu doğru olarak kalır; eğer ilerleme yolu kapatılırsa, duyumlar
olarak ortaya çıkmazlar, üstelik uyarı sürecinde onlara karşılık düşen ‘başka’
yine o aynı ‘başka’ olsa da. O zaman kısaltılmış ama bütünüyle doğru olmayan
bir yolda bilinçsiz duyumlardan
söz ederiz, ve bilinçsiz tasarımlarla bütünüyle haklı olmayan bir andırıma
sarılırız. Ayrım şöyledir: bç.siz
tasarımları Bç dizgesine
getirebilmek için ilkin bağlantı halkalarının yapılmasının gerekmesine karşın,
buna karşı kendilerini doğrudan ileten duyumlar için bu gereksizleşir. Başka
bir deyişle, Bç ve Öbç arasındaki ayrım duyumlar için
hiçbir anlam taşımaz; Öbç
burada konu dışıdır, ve duyumlar ya bilinçli ya da bilinçsizdir.
Sözcük-tasararımlarına bağlı oldukları yerde bile, bilinçli oluşları bu
durumdan ötürü değildir; tersine, doğrudan doğruya bilinçli olurlar.13
13[Bkz. ‘‘Bilinçaltı’’ (1915e)
§ III. 4 (s. 179 vs.).]
II. 15. Sözcük-tasarımlarının rolleri şimdi bütünüyle
açıktır. Aracılıkları yoluyla, iç düşünme-süreçleri algılara çevrilir. Bu tüm
bilgi dışsal algıdan kaynaklanır önermesinin tanıtlanması gibidir. Düşünmenin
bir aşırı-yatırımı durumunda düşünceler edimsel olarak — sanki dışardan
geliyorlarmış gibi — algılanırlar ve dolayısıyla gerçek sayılırlar.
II. 16. İç ve dış algı ve yüzeysel A-Bç dizgesi arasındaki ilişkilerin
bu durulaştırılmasından sonra, ben tasarımımızı kurma işine geçebiliriz.
Gördüğümüz gibi, çekirdeği olarak A
dizgesinden yola çıkar ve ilk olarak anı artıklarına dayanan Öbç’yi kucaklar. Ama ben de,
gördüğümüz gibi, bilinçsizdir
II. 17. Şimdi sanırım kişisel güdülerden yola çıkarak
sağlam ve yüksek bilim ile hiçbir ilgisinin olmadığını kibirle ileri süren bir
yazarın uyarısını izlemekten büyük ölçüde kazançlı çıkacağız. Benimiz dediğimiz
şeyin yaşamda özsel olarak edilgin davrandığını, ve onun anlatımına göre
bilinmeyen ve denetlenemez güçler tarafından ‘‘yaşanırız’’ demekten hiçbir zaman bıkıp usanmayan Georg
Groddeck’ten söz ediyorum.14 Hepimiz aynı tür izlenimleri
edinmişizdir, üstelik bize tüm başkalarının dışlanması düzeyine dek egemen
olmamış olsalar da, ve Groddeck’in buluşu için bilimin yapısında bir yer bulma
konusunda duraksama göstermemiz gereksizdir. A dizgesinden doğan ve ilkin öbç.li olan varlığa Ben/Ego
(das Ich) diyerek, ve ruhsal
yapının içine bu varlığın uzandığı ve
bç.siz olarak davranan öteki parçasını, Groddeck’in kullanımına göre, O/Id (das Es) olarak adlandırarak bu buluşu dikkate almayı öneriyorum.15
14[Groddeck (1923).]
15[Bkz. Editörün Sunuş yazısı, (P.F.L. 11, s. 345.) ] G. Groddeck,
Das Buch vom Es. Internationaler Psychonalytischer Verlag, 1923.
Groddeck’in kendisi hiç kuşkusuz bu dilbilgisi anlatımını varlığımızda kişisel
olmayan ve deyim yerindeyse doğa zorunluğu altında duran yan için kullanma
alışkanlığında olan Nietzsche’nin örneğini izledi.
II. 18. Bu
görüşten hem betimleme hem de anlama açısından yararlar sağlayıp
sağlayamayacağımızı çok geçmeden göreceğiz. Şimdi bir birey bizim için
bilinmeyen ve bilinçsiz bir ruhsal O’dur ki, yüzeyinde ben yerleşmiştir, A-dizgesi çekirdek olarak ondan
gelişmiştir. Eğer imgesel bir betimlemesini yapmaya çabalarsak, benin O’yu
bütünüyle kuşatmadığını, ama onu ancak
A dizgesinin benin yüzeyini oluşturduğu düzeye dek az çok dölüt diskinin
yumurta üzerine oturması gibi kuşattığını ekleyebiliriz. Ben O’dan keskin
olarak ayrılmış değildir; alttan onunla kaynaşır.
II. 19. Ama baskılanmış içerik de O ile kaynaşır,
yalnızca onun bir parçasıdır. Baskılanmış içerik ancak baskının dirençleri
yoluyla benden keskin olarak koparılır; O yoluyla ben ile iletişim kurabilir.
Hemen anlıyoruz ki patolojinin uyarısı üzerine çizdiğimiz sınır çizgilerinin
hemen hemen tümü de ruhsal aygıtın yalnızca yüzeysel katmanları ile, bizim
tarafımızdan bilinen biricik katmanlar ile ilgilidir. Bu ilişkiler için bir
taslak çizge verebiliriz.16 Burada çizgiler hiç kuşkusuz yalnızca
betimlemeye hizmet ederler ve hiçbir özel yorum isteminde bulunmazlar. Belki de
ekleyebiliriz ki, ben beyin anatomisinden öğrendiğimiz yolda yalnızca bir yanda
olan bir ‘‘işitme takkesi’’ giyer. Deyim yerindeyse, onu çarpık takar.17
16[Yeni Giriş Dersleri (1933a), 31’inci Dersin sonlarına doğru
biraz değişik bir çizge vardır,
P.F.L., 2, 111. Düşlerin Yorumu’ndaki (1900a, P.F.L., 4, 690)
bütünüyle ayrı çizge ve Fließ’e 6 Aralık 1896 mektubunda (Freud, 1950a, Mektup 52) bunu önceleyen çizge
yapı ile olduğu gibi işlev ile de ilgilidir.]
17[Freud burada ‘Wernicke’nin alanını (Wernicke, 1900),
beynin konuşmayı anlama işlevi ile ilgilenen üst işitsel lobu düşünüyor
olabilir. Bkz. yukarıda dipnot 10.]
II. 20. Benin
O’nun A-Bç aracılığı altında
dışsal dünyanın doğrudan etkisi tarafından değişkiye uğratılmış parçası
olduğunu, belli bir ölçüde yüzey-ayrımlaşmasının bir sürdürülmesi olduğunu
görmek kolaydır. Dahası, ben dışsal dünyanın etkisine O ve amaçları üzerinde
geçerlik kazandırmakla uğraşır, ve O’da kısıtlanmadan hüküm süren haz ilkesinin
yerine olgusallık ilkesini geçirmeye çabalar. Algı Ben için O’da içgüdüye düşen
rolü oynar. Tutkuları kapsayan O ile karşıtlık içinde, Ben us ve sağduyu
denebilecek olan şeyi temsil eder. Tüm bunlar hepimizin tanıdığı halksal
ayrımlar ile bir çizgiye düşer, ama ancak ortalama olarak ya da ideal olarak
doğru sayılacaklardır.
II. 21. Benin
işlevsel önemi normal olarak devinebilirliğe yaklaşımlar üzerindeki denetimin
ona bağımlı olması olgusunda anlatım kazanır. Böylece O ile ilişki içinde, atın
üstün kuvvetini dizginlemesi gereken bir binici gibidir. Aralarındaki biricik
ayrım binicinin bunu kendi kuvveti ile yapmaya çalışırken, benin ödünç
kuvvetleri kullanmasıdır. Bu andırım bir parça daha ileri götürülebilir.
Binicinin atından ayrılmak istemediğinde sık sık onu da gitmek istediği yere
götürmekten başka yapacak birşeyinin olmaması gibi,18 Ben de
genellikle O’nun istencini sanki kendininmiş gibi eyleme çevirir.
18[Bu andırım Yeni Giriş
Dersleri’nde (1933a)
yeniden görünür (P.F.L., 2, 109-110. Benzer bir andırım Düşlerin Yorumu’nda (1900a), Freud’un kendi düşlerinden
birinde ortaya çıkar, P.F.L., 4, 326.]
II. 22. Benin doğuşunda ve O’dan ayrılışında A dizgesinin etkisinden başka bir
etmen daha rol oynamış görünür. Birinin kendi bedeni ve herşeyden önce onun
yüzeyi hem dışsal hem de içsel algıların kaynaklanabileceği bir yerdir. Bir
başka nesne olarak görülür, ama dokunmaya iki tür duyum üreterek karşılık verir
ki bunlardan biri bir iç algıya eşdeğer olabilir. Ruhbilimsel-fizyoloji birinin
kendi bedeninin algı dünyasında [başka nesneler arasında] hangi yollarda belirginlik
kazandığını yeterince tartışmıştır. Acı da burada bir rol oynuyor görünür, ve
acılı hastalıklar sırasında örgenlerin yeni bir bilgisinin kazanılış yolu belki
de genel olarak birinin kendi bedeninin bir tasarımına ulaşma yolunun modelidir
II. 23. Ben herşeyden önce bedensel bir bendir; salt
yüzeysel bir varlık değil, ama tersine kendisi bir yüzeyin izdüşümüdür.19
Eğer onun için anatomik bir andırım bulmayı istersek onu anotomistlerin
‘‘beyin-insancıkları’’ ile, beyin kabuğunda kafası üstü duran, topuklarına
doğru uzanan, geriye bakan ve bilindiği gibi konuşma bölgesini solda taşıyan
‘‘kortikal homonkulus’’ları ile özdeşleştirmek en iyisidir.
19[E.d. ben en sonunda bedensel duyumlardan, başlıca bedenin yüzeyinden
kaynaklananlardan türer. Böylece, yukarıda gördüğümüz gibi, ansal aygıtın
yüzeyini temsil etmenin yanısıra, bedenin yüzeyinin ansal bir izdüşümü olarak
görülebilir. — Bu dipnot Freud’un kendisi tarafından doğrulandığı belirtilerek
ilkin 1927 İngilizce çevirisinde verildi. Ama Almanca yayımlarda bulunmaz.]*
II. 24. Benin
bilinç ile ilişkisini yineleyerek ele aldık; gene de burada yeniden
betimlenmesi gereken birkaç önemli olgu vardır. Toplumsal ya da törel bir
değerlendirme tarafından belirlenen bakış açısını gittiğimiz her yere yanımızda
götürme gibi bir alışkanlığımız olduğu için, alt tutkuların etkinliklerinin
bilinçsizin alanında yer aldığını işitince şaşırmayız; ama ruhsal işlevler bu
değerler cetvelinde ne denli yukarıda duruyorlarsa, bilince güvenilir bir giriş
yolu bulmalarının o denli kolay olacağını bekleriz. Ama burada ruhçözümsel
deneyim bizi aldatır. Bir yandan başka bakımlardan sıkı derin düşünce
gerektiren ince ve güç entellektüel emeğin bile önbilinçli olarak ve bilince
çıkmaksızın yerine getirilebileceği konusunda kanıtımız vardır. Bu durumlar
bütünüyle ikircimsizdir; söz gelimi uyku sırasında yer alabilirler, ve örneğin
biri uyandıktan hemen sonra bir gün önce hiçbir sonuç alamadan uğraşmış olduğu
güç bir matematiksel problemin ya da başka bir problemin çözümünü bildiğini
görür.20
20Böyle bir durum bana çok yakınlarda kısaca iletildi. Aslında ‘‘düş
çalışması’’ betimlememe yönelik bir karşıçıkış olarak getirilmişti. [Bkz. Düşlerin Yorumu (1900a), P.F.L., 4, 131
s. ve 718.]
II. 25. Ama çok daha tuhaf olan bir başka deneyim
vardır. Çözümlemelerimizde kendilerinde öz-eleştiri ve duyunç yetilerinin,
dolayısıyla genel olarak yüksek değer verilen ruhsal yetilerin bilinçsiz
oldukları ve bilinçsiz olarak çok önemli etkiler ürettikleri insanlar olduğunu
öğreniriz; çözümlemede direncin bilinçsiz kalışı öyleyse hiçbir biçimde bu
türden biricik durum değildir. Ama bizi sağlam eleştirel içgörümüze karşın bir bilinçsiz suçluluk duygusundan21
söz etmeye zorlayan bu yeni deneyim bizi ötekinden çok daha fazla şaşırtır, ve
özellikle büyük bir sayıda sinircede bu tür bilinçsiz bir suçluluk duygusunun
ekonomik olarak belirleyici bir rol oynadığını ve iyileşme yoluna en güçlü
engelleri çıkardığını aşamalı olarak görmeye başladığımız zaman, önümüze yeni
bilmeceler çıkarır. Eğer bir kez daha değerler cetvelimize geri dönersek,
yalnızca en altta olanın değil ama en yukarıda olanın da bende bilinçsiz
olabileceğini söylememiz gerekecektir. Sanki bu yolda bilinçli ben konusunda
ileri sürdüğümüz şey, onun herşeyden önce bir beden-ben olduğu görüşü
tanıtlanmış gibidir.
21[Bu deyim daha önce Freud’un ‘‘Saplantılı Eylemler ve Dinsel Kılgılar’’
(1907b) üzerine çalışmasında
görünmüştü, P.F.L., 13, 37. Ama kavram ‘‘Savunma
Nöro-Psikozları’’ (1894a)
üzerine ilk denemenin II’nci Kesiminde çok daha önceden imleniyordu.]
III
BEN VE ÜST-BEN (BEN-İDEALİ)
III. 1. Eğer ben yalnızca O’nun algı dizgesinin etkisi
tarafından değişkiye uğratılmış bölümü, olgusal dış dünyanın ruhsal yaşamdaki
temsilcisi olsaydı, sorun işlerin yalın bir durumu ile ilgili olurdu. Ama sorun
biraz daha karışıktır.
III. 2. Bizi bende bir derecelendirmenin, benin
içersinde ben-ideali ya da üst-ben olarak adlandırılabilecek bir ayrımlaşmanın
varsayılmasına götüren güdüler başka yerde açıklanmıştır.22 Bunlar
henüz geçerlidirler.23 Benin bu parçasının bilinç ile daha az sıkı
olarak bağıntılı olması olgusu bir açıklama isteyen yeniliktir.
22[Bkz. Editörün Sunuş yazısı, (s.
347).] Bkz. Narsissizm (194c), § III. 3 (s. 88), ve Küme Ruhbilimi [P.F.L., 12, 161 ss.].
23Yalnızca bu üst-bene
olgusallık-sınaması işlevini yüklemem yanlış görünür ve bir düzeltmeye
gereksinir. [Bkz. Küme Ruhbilimi
(1921c), P.F.L., 12, 145.
ve Düşler Kuramına Metapsikolojik Bir
Ek’e Editörün notu (s. 227). ] Eğer olgusallık-sınaması benin kendisinin
görevi olarak kalırsa, bu benin algı dünyası ile ilişkilerine bütünüyle uygun
düşer. Benin çekirdeği üzerine
biraz belirsizce savunulan daha önceki anlatımların da şimdi düzeltilmesi
gerekiyor, çünkü yalnızca A-Bç
dizgesi benin çekirdeği olarak anlaşılabilir. [Haz İlkesinin Ötesi’nde (1920g) Freud benin bilinçsiz bölümünden onun çekirdeği olarak söz
etmişti (yukarıda § III. 3 vs
(s. 289-90)); ve ‘‘Nükte’’ (1927d)
üzerine geç denemesinde, P.F.L.,
14, 425, üst-benden benin
çekirdeği olarak söz etti.]
III. 3. Bu
noktada alanımızı biraz daha genişletmemiz gerekiyor. Melankolinin acı verici
rahatsızlığını yitirilen bir nesnenin bende yeniden kuruluşunu, dolayısıyla bir
nesne-yatırımının bir özdeşleşme yoluyla değiştirildiğini varsayarak açıklamayı
başardık.24 Ama o sıralar bu sürecin tüm imlemini anlamıyor ve nasıl
sık ve tipik olduğunu bilmiyorduk. Daha sonra böyle yer değiştirmenin benin
şekillenmesinde büyük bir payının olduğunu ve onun karakteri denilen şeyin kuruluşuna özsel bir katkıda
bulunduğunu anlamaya başladık.25
24Yas ve
Melankoli (1917e)
[§ 13 (s. 257)] .
25[Freud’un karakter oluşumunu
tartıştığı başka pasajlara kimi göndermeler ‘‘Karakter ve Anal Erotizm’’e (1908b) Editörün Sunuş yazısında
bulunacaktır, P.F.L., 7, 207 ss.]
III. 4.
Başında, bireyin ilkel oral evresinde, nesne-yatırımı ve özdeşleşme hiç
kuşkusuz birbirlerinden ayırdedilmezler.26 Yalnızca daha sonra
nesne-yatırımlarının erotik eğilimleri gereksinimler olarak duyumsayan O’dan
doğduğunu varsayabiliriz. Başlangıçta henüz zayıf olan ben nesne-yatırımlarının
bilgisini kazanır, ve ya onları onaylar ya da baskı süreci yoluyla onları
savuşturmaya çalışır.27
26[Bkz. Küme Ruhbilimi (1921c),
Bölüm VII, P.F.L., 12, 134.]
27Nesne seçiminin özdeşleşme ile
değiştirilmesine ilginç bir koşutluk ilkel insanların besin olarak bedene
katılan hayvanların özelliklerinin onları yiyenlerin karakterinin parçası
olarak sürdüğü inancında ve buna dayandırılan yasaklarda kapsanır. Bilindiği
gibi bu inanç yamyamlığın temellerine de yayılır ve etkileri totem yemek
görenekleri dizisi yoluyla kutsal
Kommuniona dek sürmüştür. [Bkz.
Totem ve Tabu (1912-13.] Bu inanç yoluyla nesne üzerindeki oral
egemenliğe bağlanan sonuçlar sonraki eşeysel nesne-seçimi durumunda edimsel
olarak kendilerini gösterirler.
III. 5. Böyle
bir eşeysel-nesneden vazgeçmenin zorunlu olduğu durumda seyrek olmamak üzere
bir ben başkalaşımı ortaya çıkar ki, melankoli durumunda olduğu gibi, nesnenin
bende bir kuruluşu olarak betimlenmelidir; bu yer değiştirmenin daha tam
doğasını henüz bilmiyoruz. Belki de ben nesneden vazgeçmeyi oral evrenin
düzeneğine bir tür gerileme olan bu içe-yansıtma yoluyla kolaylaştırır ya da
olanaklı kılar. Belki de bu özdeşleşme genel olarak O’nun nesnelerinden
vazgeçmesinin koşuludur. Her ne olursa olsun, süreç, özellikle erken gelişim
evrelerinde, çok sık yer alır ve benin karakterinin vazgeçilmiş
nesne-yatırımlarının bir tortusu olduğu ve bu nesne seçimlerinin tarihini
kapsadığı görüşünü olanaklı kılabilir. Direnç için değişen yetenek
derecelerinin olduğu ve bunun bir kişinin karakterinin erotik nesne
seçimlerinin tarihinin etkilerini ne düzeye dek püskürteceğini ya da kabul
edeceğini belirlediği doğallıkla başından kabul edilmelidir. Birçok aşk
deneyimi olan kadınlarda karakter özelliklerinde nesne yatırımlarının
kalıntılarını saptamanın kolay olduğuna inanılır. Nesne-yatırımının ve
özdeşleşmenin eşzamanlılığı, dolayısıyla nesneden vazgeçmeden önce yer alan bir
karakter değişimi de irdelemeye girer. Bu durumda karakter değişimi nesne
ilişkisinden sonra da sürebilmiş ve belli bir anlamda onu saklayabilmiştir.
III. 6. Bir başka bakış açısından denebilir ki, erotik
nesne-seçiminin bendeki bir değişime bu dönüşümü ayrıca benin O üzerinde
egemenlik elde edebilmesini ve onunla ilişkilerini derinleştirmesini de
sağlayan bir yöntemdir, ama hiç kuşkusuz O’nun deneyimlerine karşı büyük ölçüde
uysallık gösterme pahasına. Ben nesnenin özelliklerini üstlendiği zaman, deyim
yerindeyse kendini bir sevgi-nesnesi olarak O’ya dayatmakta ve şu sözlerle
O’nun yitirdiklerinin yerini doldurmaya çalışmaktadır: ‘‘Bak, nesneye öyle
benziyorum ki, beni de sevebilirsin.’’
III. 7. Burada yer aldığı biçimiyle nesne-libidonun
narsissistik libidoya dönüşümü açıktır ki eşeysel hedeflerden bir vazgeçmeyi,
bir eşeysizleştirmeyi, dolayısıyla bir tür yüceltmeyi yanında getirir. Aslında
bunun yüceltmenin evrensel yolu olup olmadığı, ve ilkin eşeysel nesne-libidoyu
narsissistik libidoya dönüştüren ve böylece belki de ona bir başka hedef
saptayan tüm yüceltmenin ben aracılığı ile yer alıp almadığı sorusu doğar ve
dikkatli bir irdelemeyi hak eder. 28 Daha sonra bu dönüşümden başka
içgüdüsel değşinimlerin de doğup doğamayacağını, örneğin biraraya kaynaşmış
çeşitli içgüdülerin ayrışmasına götürüp götüremeyeceğini irdeleyeceğiz.29
28Şimdi ben ve O’nun ayrılmasından
sonra, Narsissizm’deki (1914c) anlamda, O’yu libidonun büyük
kaynağı olarak kabul ediyoruz [a.y.,
§ I. 4 (s. 67)]. Betimlenen
özdeşleşmeler yoluyla bene akan libido onun ‘‘ikincil narsissizm’’ini ortaya
çıkarır. [Bu nokta aşağıda § IV. 16
’da (s. 387) geliştirilir.]
29[Freud bu noktaya aşağıda geri
döner, § IV. 15 (s. 386-7) ve § V. 21 (s. 396). İçgüdülerin kaynaşma
ve ayrılmaları kavramı aşağıda s. 381-2’de açıklanır. Terimler daha önce
ansiklopedi makalesinde getirilmişlerdi (1923a), P.F.L., 15.]
III. 8. Gerçi amacımızdan uzaklaşacak olsak da,
dikkatimizi bir süre için benin nesne-özdeşleşmelerine yöneltmekten
kaçınamayız. Eğer bunlar üstünlüğü ele geçirirler ve sayılarını arttırıp aşırı
ölçüde güçlenir ve birbirleri ile geçimsiz olurlarsa, o zaman patolojik sonuç
çok yakındır. Bu sonuç tekil özdeşleşmelerin dirençler yoluyla birbirlerinden
koparılmalarına bağlı olarak benin bir yarılmasına dek varabilir, ve belki de çok kişiliklilik denilen durumların
gizi tekil özdeşleşmelerin sırayla kendinde bilinci ele geçirmeleridir. İşler
daha bu noktaya gelmeden önce, benin dağıldığı değişik özdeşleşmeler arasındaki
çatışmalar teması ortada kalır — çatışmalar ki, en sonunda bütünüyle patolojik
olarak betimlenemezler.
III. 9. Ama, karakterin vazgeçilmiş
nesne-yatırımlarının etkilerine karşı daha sonraki direnme yeteneği nasıl
şekillenirse şekillensin, en erken yaşlarda doğan ilk özdeşleşmelerin etkileri
genel ve kalıcı olacaktır. Bu bizi geriye ben-İdealinin doğuşuna götürür, çünkü
onun arkasında bireyin ilk ve en anlamlı özdeşleşmesi, kendi kişisel
tarih-öncesinin babası ile özdeşleşmesi gizlenir.30 Bu ilkin bir
nesne-yatırımının vargısı ya da sonucu olarak görünmez; doğrudan ve dolaysız
bir özdeşleşmedir ve her nesne-yatırımından daha önce yer alır.31
Ama ilk eşeysel döneme ait ve anne ve baba ile ilgili olan nesne-seçimleri
normal süreçte sonucunu böyle özdeşleşmede buluyor ve böylelikle birincil
özdeşleşmeyi güçlendiriyor görünür.
30Belki de ‘‘ebeveynler/Eltern’’ ile demek daha az sakıncalı
olacaktır, çünkü eşeysel ayrım konusunda, penis yokluğu konusunda güvenilir
bilginin eksikliğinde baba ve anne ayrı olarak değerlendirilemezler. Genç bir
evli kadının yakınlarda işittiğim öyküsünden kendisinin penis yoksunluğunu
anladıktan sonra bu örgene iyeliğin tüm kadınlarda değil ama yalnızca aşağı görülenlerde
eksik olduğunu sandığını öğrendim. Annesinin böyle bir örgeni taşıdığını
düşünüyordu. [Bkz. ‘‘Çocuk Genital Örgütlenmesi’’ (1923e), P.F.L., 7, 311 n. 2.] Daha yalın açımlama uğruna yalnızca baba ile
özdeşleşmeyi ele alacağım.
31[Bkz. Küme Ruhbilimi (1921c), P.F.L., 12, 134.]
III. 10. Gene de bu ilişkiler öylesine karışıktır ki,
daha ayrıntılı betimlemeye girmek zorunludur. Bu karışıklıktan sorumlu olan iki
etmen vardır, ve bunlardan birincisi Ödipus durumunun üçgen düzeni ve bireyin
yapısal iki-eşeyselliğidir.
III. 11. Yalınlaştırılmış durum erkek çocuk açısından
şu yolda şekillenir: Çok erken yaşta çocuk anne için bir nesne-yatırımı
geliştirir ki, başlangıcını anne memesinden alır ve dayanma-tipine göre bir
nesne-seçiminin temsil edici örneğini gösterir;32 çocuk babasını
özdeşleşme yoluyla ele alır. Her iki ilişki bir süre yanyana gider, ve bu
anneye yönelik eşeysel dileklerin güçlenmesi ve babanın bunlara bir engel
olduğunun algılanması yoluyla Ödipus karmaşasının ortaya çıkmasına dek sürer.33
Baba ile özdeşleşme şimdi düşmanca bir ton kazanır, ve babadan kurtulma ve
böylece annenin yanında yerini alma dileğine dönüşür. Bundan böyle baba ile
ilişki iki-değerlidir; öyle görünür ki, sanki özdeşleşmede baştan kapsanan
iki-değerlilik belirtik olmuştur. Babaya
karşı iki-değerli tutum ve anneye karşı salt sevecen nesne-ilgisi erkek çocukta
yalın olumlu Ödipus karmaşasının içeriğini oluşturur.
32[Bkz. Narsissizm (1914c),
§ II. 12 (s. 81 ss). ]
33Bkz. ‘‘Küme Ruhbilimi ve
Ben-Çözümlemesi’’ (1921c), VII.
III. 12. Ödipus karmaşasının yıkılışında, anneye
yönelik nesne-yatırımından vazgeçmek zorunlu olur. Yeri iki şeyden biri
tarafından, ya annesi ile bir özdeşleşme tarafından ya da baba özdeşleşmesinin
bir güçlenmesi tarafından alınabilir. Genellikle ikinci sonucu daha normal
olarak görme eğilimindeyizdir; anne ile sevecen ilişkinin belli bir ölçüde
korunmasına izin verir. Böylece Ödipus karmaşasının çözülüşü34
yoluyla çocuğun karakterindeki erillik bir pekişmeye uğrar. Bütünüyle andırımlı
bir yolda,35 Ödipus tutumu küçük bir kız çocuğunda anne
özdeşleşmesinin bir güçlenmesine (ya da ilk kez böyle bir özdeşleşmenin
yerleşmesine) geçebilir ki, çocuğun dişil karakterini saptar.
34[Bkz. bu başlığı taşıyan çalışma (1924d). Freud bunda sorunu daha tam olarak tartışır. (P.F.L., 7, 315ss.]
35[Freud Ödipus karmaşasının sonucunun
kız ve erkek çocuklarda ‘‘bütünüyle andırımlı bir yolda’’ olduğu düşüncesini
bundan kısa bir süre sonra terketti. Bkz. ‘‘Eşeyler Arasındaki Anatomik
Ayrımların Kimi Ruhsal
III. 13. Bu özdeşleşmeler beklentilerimize karşılık
düşmezler, çünkü vazgeçilen nesneyi bene getirmezler; ama bu sonuç da ortaya
çıkabilir, ve kız çocuklarda erkek çocuklarda olduğundan daha kolay gözlenir.
Çözümleme çok sık olmak üzere küçük bir kızın bir sevgi-nesnesi olarak babasını
bırakmak zorunda kaldıktan sonra, erilliğini öne çıkaracağını ve kendini annesi
ile olmaktan çok babası ile, dolayısıyla yitmiş olan nesne ile
özdeşleştireceğini gösterir. Bu açıktır ki eril yatkınlığın — bu neden oluşursa
oluşsun — yeterince güçlü olup olmadığına dayanacaktır. III. 14. Bu yüzden öyle görünür ki, Ödipus durumunun sonucunun
baba ile mi yoksa anne ile mi bir özdeşleşme olacağını belirleyen şey her iki
eşeyde de eşeysel yatkınlıkların göreli güçlerine bağımlıdır. İki-eşeyselliğin
Ödipus karmaşasının yazgılarına karışma yollarından biri budur. Öteki daha da
önemlidir. Çünkü yalın Ödipus karmaşasının hiçbir biçimde en sık görülen biçim
olmadığı, tersine bir yalınlaştırmaya ya da şemalaştırmaya karşılık düştüğü ve
bunun hiç kuşkusuz kılgısal amaçlar için yeterince sık olarak aklandığı
izlenimini ediniriz. Daha yakın araştırma çoğunlukla daha tam Ödipus karmaşasını açığa serer ki, olumlu ve olumsuz
bir karmaşa olarak ikilidir ve çocukların kökensel iki-eşeyselliğine
bağımlıdır; daha açık bir deyişle, erkek çocuk yalnızca babaya karşı
iki-değerli bir tutumu ve anneye karşı sevecen bir nesne-seçimi tutumu
göstermekle kalmaz, ama aynı zamanda bir kız gibi davranarak babaya karşı
sevecen bir dişi tutumu ve anneye karşı karşılık düşen bir kıskançlık ve
düşmanlık tutumu gösterir. İlk nesne-seçimleri ve özdeşleşmelerle ilgili
olguları duru olarak görmeyi böylesine güçleştiren ve onları anlaşılır olarak
betimlemeyi ise daha da güçleştiren şey iki-eşeyselliğin böyle bir araya
girişidir. Giderek olabilir ki anne-baba ile ilişkide anlatım bulan
iki-değerliliğin bütünüyle iki-eşeyselliğe bağlanması gerekir ve — yukarıda
betimlediğim gibi — hasımlık tutumu yoluyla özdeşleşmeden gelişmiş olmayabilir.36
36[Freud’un iki-eşeyselliğin önemine
inancı çok eskilere gider. Örneğin Üç
Deneme’nin (1905d) ilk
yayımında şunları yazdı: ‘‘İki-eşeyselliği göz önüne almadan erkeklerde ve
kadınlarda edimsel olarak gözlenen eşeysel anlatımları anlamak kolay kolay
olanaklı olmazdı.’’ (P.F.L., 7, 142.) Ama daha da önce, bu konuda
üzerinde büyük etkisi olan Fließ’e bir mektubundaki bir pasajda hemen hemen bu
pargrafı önceliyor görünen sözler buluruz (Freud, 1950a, Mektup 133, 1 Ağustos 1899): ‘‘İki-eşeysellik! Eminim ki bu
konuda haklısın. Ve kendimi her eşeysel edimi dört birey arasındaki bir olay
olarak görmeye alıştırıyorum.’’]
III. 15. Sanırım tam Ödipus durumunun varoluşunu genel
olarak kabul etmek ve sinirceliler durumunda ise bütünüyle özel olarak kabul
etmek yerinde olacaktır. Çözümleme deneyimleri o zaman bir dizi durumda şu ya
da bu bileşenin güçlükle seçilebilir izler dışında yittiğini gösterir, öyle ki
sonuç bir ucunda normal, olumlu ve öteki ucunda evrik, olumsuz Ödipus
karmaşasının durduğu, ve bu arada ara üyelerin ise iki bileşenin eşitsiz
paylaşımı ile tam biçimi sergiledikleri bir dizinin ortaya çıkması olur. Ödipus
karmaşasının çözülüşü durumunda kapsadığı dört eğilim öyle bir yolda
kümeleşeceklerdir ki, bunlardan bir baba özdeşleşmesi ve bir anne özdeşleşmesi
ortaya çıkacaktır; baba özdeşleşmesi olumlu karmaşanın anne-nesnesini
saklayacak ve eşzamanlı olarak evrik karmaşanın baba-nesnesinin yerini
alacaktır; anne özdeşleşmesi için de durum eşkonumlu olarak geçerli olacaktır.
Her iki özdeşleşmenin değişik yeğinliklerdeki belirginliği iki eşeysel
yatkınlığın eşitsizliğini yansıtacaktır.
III. 16. Böylece
Ödipus karmaşasının egemenliği altındaki eşeysel evrenin en genel sonucu
bendeki bir tortu olarak alınabilir, ki herhangi bir yolda birbirleri ile
birleşmiş bu iki özdeşleşmenin yerleşmesinden oluşur. Bu ben-başkalaşımı özel
konumunu korur, ve ben-ideali ya da üst-ben olarak benin arta kalan içeriğinin
karşısına çıkar.
III. 17. Ama üst-ben yalın olarak O’nun en ilk
nesne-seçimlerinin bir kalıntısı değildir; tersine, onlara karşı enerjik bir
tepke-oluşumuna anlatım verir. Ben ile ilişkisi şu uyarı tarafından bütünüyle
belirtilmiş olmaz: ‘Böyle (baban gibi) olman gerek’; ayrıca şu yasağı da kapsar: ‘Böyle (baban gibi) olmayabilirsin,’ eş deyişle, ‘yaptığı
herşeyi yapmayabilirsin; pekçok şey onun ayrıcalığıdır.’ Ben-idealin bu çifte
görünüşü ben-idealin Ödipus karmaşasının baskılanması için çabalamış olması
olgusundan türer; giderek, ortaya çıkışını bile bu devrime borçludur. Açıktır
ki Ödipus karmaşasının baskılanması hiç de kolay bir görev değildi. Çocuğun
büyükleri, özellikle baba, Ödipus dileklerinin edimselleşmesine karşı engel
olarak görüldüğünden, çocuk beni baskının yerine getirilmesi için aynı engeli
kendi içinde kurarak kendini güçlendirdi. Bunu yapacak gücü bir bakıma babadan
ödünç aldı, ve bu borçlanma olağanüstü ağırlığı olan bir edimdir. Üst-ben
babanın karakterini sürdürür, ve Ödipus karmaşası ne denli güçlü olmuşsa,
baskılanması (yetkenin, din öğretiminin, eğitimin, okumanın etkisi altında) ne
denli hızlı yer almışsa, daha sonra üst-benin duyunç olarak, belki de bilinçsiz
suçluluk duygusu olarak ben üzerindeki egemenliği o denli güçlü olacaktır. — Bu
egemenlik için, kendini kesin buyrum olarak anlatan bu zorlayıcı karakter için
gücün nereye dayandığı konusunda birazdan [§ V. I. (s. 389)] bir yaklaşım sunacağım.
III. 18. Eğer üst-benin ortaya çıkışını betimlediğimiz
biçimiyle bir kez daha göz önüne alırsak, çok önemli iki yaşambilimsel etmenin
sonucu olduğunu anlarız: İnsanda çocukluk döneminin uzun süreli çaresizlik ve
bağımlılığı, ve Ödipus karmaşası olgusu, ki bunu ilibidinal gelişimin gizlilik
dönemi tarafından kesintiye uğratılması ile ve böylece eşeysel yaşamının iki-evreli başlangıcı ile bağladık.37
Ruhçözümsel bir önsava göre,38 görünürde belirli olarak insana özgü
olan bu son yan buzul çağı tarafından zorunlu kılınan ekinsel gelişimin bir
kalıtıdır. Buna göre, üst-benin benden ayrılması bir olumsallık sorunu
değildir; hem bireyin hem de türün gelişiminin en önemli özelliklerini temsil
eder, ve giderek ebeveynlerin etkisine sürekli anlatım vererek kökenini borçlu
olduğu etmenlerin varoluşunu ölümsüzleştirir.
37[Bu tümce İngilizce metinde Freud’un
kesin buyruklarına uygun olarak biraz değiştirilmiş biçimi altında şöyle
verildi: ‘‘Eğer üst-benin ortaya çıkışını betimlediğimiz biçimiyle bir kez daha
göz önüne alırsak, biri yaşambilimsel ve öteki tarihsel olmak üzere çok önemli
iki etmenin sonucu olduğunu anlayacağız: İnsanda çocukluk dönemindeki
çaresizlik ve bağımlılığın uzun sürmesi, ve Ödipus karmaşası, ki bunun
baskılanmasının ilibidinal gelişimin gizlilik dönemi tarafından kesintiye
uğratılması ile ve böylece insanın eşeysel yaşamının iki-evreli başlangıcı ile
bağıntılı olduğunu gösterdik.’’ Almanca yayımlar bir takım nedenlerle ilk
biçimi korudular.]
38[Düşünce Ferenczi (1913a) tarafından ortaya atıldı. Freud bu
düşünceyi Engellemeler, Belirtiler ve
Endişe (1926d), X’uncu
Bölümün sonlarına doğru biraz daha kararlı olarak kabul ediyor görünür.]
III. 19. Ruhçözümleme sık sık insandaki daha yüksek,
ahlaksal, kişisel-üstü yan ile ilgilenmemekle suçlanmıştır. Suçlama iki kez,
hem tarihsel hem de yöntemsel olarak haksızdır. Çünkü ilk olarak daha başından
baskıyı başlatma işlevini bendeki ahlaksal ve estetik öğelere yükledik; ve
ikincisi, ruhçözümsel araştırmanın felsefi bir dizge gibi tamamlanmış ve bitirilmiş
bir kuramsal yapı üretemeyeceği, ama ruhsal karışıklıkları anlama yolunda hem
normal hem de anormal fenomenlerin çözümsel bir kesimlemesi yoluyla adım adım
ilerlemek zorunda olduğu olgusu gözardı edilir. Ruhsal yaşamda baskılanmışın
incelemesi ile uğraşmamız gerektiği sürece, insandaki yüksek yanın nerelerde
olduğu konusundaki heyecanlı kaygıları paylaşmamızın hiçbir gereği yoktu. Ama
şimdi, benin çözümlemesi girişiminde bulunduğumuza göre, törel bilinçleri
sarsılmış olan ve insanda herşeye karşın yüksek bir özün olması gerektiği
yolunda yakınan herkese bir yanıt verebiliriz: ‘Elbette,’ diyebiliriz,
‘ben-ideali ya da üst-ben, büyüklerimizle ilişkilerimizin temsilcisi bu yüksek
özdür. Küçük birer çocukken bu yüksek özleri tanıdık, onlara hayran olduk,
onlardan korktuk; daha sonra onları kendimiz üstlendik.’
III. 20. Ben-ideali öyleyse Ödipus karmaşasının
kalıtçısıdır ve böylece O’nun en güçlü dürtülerinin ve en önemli libidinal
değşinimlerinin de anlatımıdır. Bu ben-idealin kuruluşu yoluyla ben Ödipus
karmaşasına egemen olmuş ve eşzamanlı olarak kendini O’ya altgüdümlü kılmıştır.
Ben özsel olarak dışsal dünyanın, olgusallığın temsilcisi iken, üst-ben içsel
dünyanın, O’nun sözcüsü olarak onun karşısına çıkar. Ben ve ideal arasındaki
çatışmalar, şimdi bulmaya hazır olduğumuz gibi, en sonunda olgusal ve ruhsal
arasındaki, dışsal dünya ve içsel dünya arasındaki karşıtlığı yansıtacaklardır.
III. 21. Yaşambilimin ve insan türünün değşinimlerinin
O’da yol açtığı ve arkada bıraktığı şeyler ideal oluşumu yoluyla ben tarafından
üstlenilir ve onda bireysel olarak yeniden yaşanır. Ben-ideali, oluşum
tarihinin bir sonucu olarak, bireyin soygelişimsel kazanımı ile, arkaik kalıtı
ile sonu gelmez ilişkiler içinde durur. Bireysel ruhsal yaşamın en derin
bölümüne ait olmuş olan şey ideal oluşumu yoluyla bizim değerlerimize göre
insan ruhunun en yüksek parçasına dönüşür. Ama ben-idealini yerini benin
yerinin saptanmasına39 benzer bir yolda bile olsa bulmaya çalışmak,
ya da onu ben ve O ilişkisini imgelemeye çalışırken yararlandığımız
eğretilemelerden birine uydurmaya çalışmak boşuna olacaktır.
39[Buna göre üst-ben II. 18’deki (s.
363) çizgeye katılmamıştır. Gene de
Yeni Giriş Dersleri (1933a), 31’inci Dersteki bir çizgede ona bir yer
verilir, P.F.L., 2, 111.]
III. 22. Ben-idealinin insanın yüksek doğasına yönelik
tüm istemler açısından yeterli olduğunu göstermek kolaydır. Baba özlemi için
bir almaşık oluşumu olarak, tüm dinlere kaynaklık etmiş olan tohumu kapsar.
Kendi ideali ile karşılaştırıldığında benin yetersizliğini bildiren yargı özlem
içinde inanan insana dayanak olan dinsel alçakgönüllülük duygusunu verir.
Gelişimin daha öte ilerleyişinde, öğretmenler ve yetkeyi temsil eden başkaları
baba rolünü sürdürmüşlerdir; buyrukları ve yasakları ideal-bende güçlü kalır ve
bundan böyle duyunç olarak
ahlaksal sansür uygular. Duyuncun istemleri ve benin yaptıkları arasındaki
gerginlik suçluluk duygusu
olarak duyumsanır. Toplumsal duygular aynı ben-idealleri zemininde başkaları
ile özdeşleşmeler üzerine dayanır.
III. 23. Din, ahlak ve toplumsal duygu — insanda yüksek
olanın bu başlıca içeriği40 — kökensel olarak bir ve aynı şeydi. Totem ve Tabu’da ileri sürdüğüm bir
önsava göre, bunlar soygelişimsel olarak baba-karmaşasından kazanıldılar: Asıl
Ödipus karmaşasının denetlenmesi süreci yoluyla din ve törel kısıtlama, ve o
sıralar daha genç kuşağın üyeleri arasında arta kalan hasımlığın yenilmesi için
zorunluk yoluyla toplumsal duygu. Tüm bu törel kazanımlarda erkek eşey önden
gitmiş, ve çapraz kalıtım onları kadınlara iletmiş görünür. Toplumsal duygular
bireyde bugün bile kardeşlere karşı kıskanç hasımlık dürtüleri üzerine kurulmuş
bir üstyapı olarak doğarlar. Düşmanlık doyurulamayacağı için, önceki hasımlarla
bir özdeşleşme gelişir. Ilımlı eşcinsellik durumları üzerine gözlemler bu özdeşleşmenin
de saldırgan-düşmanca tutumun yerini alan bir sevecen nesne-seçimine almaşık
olduğu kuşkusunu destekler.41
40Bilim ve sanatı burada bir yana bırakıyoruz.
41Bkz. Küme Ruhbilimi (1921c) [P.F.L., 12, 151]
ve Kıskançlık, Paranoya ve
Eşeyesellikte Kimi Sinirce Düzenekleri Üzerine [P.F.L., 10,
206-7].
III. 24. Ama soygelişimden söz edilmesi yeni öyle
sorunların doğmasına götürür ki, bunların yanıtlarından ürküp geri çekilme
isteği doğar. Ama bunun bir yararı yoktur ve girişim göze alınmalıdır, üstelik
bütün çabamızın yetersizliğini açığa vuracağı korkusuna karşın. Soru şudur: O
erken günlerde baba-karmaşasından din ve törelliği kazanan kimdi, ilkel insanın
beni mi yoksa O’su mu? Eğer beni idiyse, niçin yalnızca bendeki bir kalıttan
söz etmeyiz? Eğer O idiyse, bu O’nun karakterine nasıl uyar? Yoksa ben, üst-ben
ve O ayrımlaşmasını geriye böyle erken zamanlara götürmeyi göze almamalı mıyız?
Ya da dürüstçe bendeki süreçlere ilişkin bütün anlayışımızın soygelişimi
anlamada hiçbir yardımının olmadığını ve ona uygulanabilir olmadığını itiraf
etmemiz gerekmez mi?
III. 25. İlk olarak yanıtlaması en kolay olanı
yanıtlayalım. Ben ve O ayrımlaşması yalnızca ilkel insana değil ama çok daha
yalın dirimli varlıklara da yüklenmelidir, çünkü dışsal dünyanın etkisinin zorunlu
anlatımıdır. Üst-benin tam olarak totemizme götüren yaşantılardan
kaynaklandığını kabul ediyoruz. O yaşantıların ve kazanımların benin mi yoksa
O’nun mu payına düştükleri sorusu hemen geçersizleşir. İlk irdeleme bize O’nun
ona dış dünyayı temsil eden ben
yoluyla olmanın dışında hiçbir dış değşinime uğrayamayacağını ya da böyle
birşey yaşayamayacağını gösterir. Gene de
bende doğrudan bir kalıttan söz edilemez. Burada olgusal bir birey ile
tür kavramı arasındaki uçurum açığa çıkar. Dahası, ben ve O arasındaki ayrımın
çok katı olarak alınmaması, ve benin O’nun özel olarak ayrımlaşmış bir parçası
olduğunun unutulmaması gerekir. Benin yaşantıları ilkin kalıtım için yitmiş
görünürler; ama, ardışık kuşaklar boyunca birçok bireyde yeterince sık ve
yeterince güçlü olarak yinelendikerinde, kendilerini deyim yerindeyse O’nun
yaşantılarına dönüştürürler ki, bunların izlenimleri kalıtım yoluyla saptanır.
Böylece kalıtlanabilme yeteneğindeki O kendi içinde sayısız ben-varoluşunun
artıklarını saklar; ve ben üst-benini O’dan yarattığı zaman, belki de yalnızca
eski ben şekillerini yeniden orta çıkarmakta, onları yeniden dirilişe
getirmektedir.
III. 26. Üst-benin ortaya çıkış tarihi benin O’nun
nesne-yatırımları ile erken çatışmalarının onların ardılları ile, üst-ben ile
çatışmalarda nasıl sürdürülebileceğini açıklar. Eğer ben Ödipus karmaşasını
denetlemede kötü sonuç almışsa, bu karmaşanın O’dan kaynaklanan erke-yatırımı
ben-idealinin tepki oluşturmasında yeniden etkili olacaktır. Bu idealin bu bç.siz içgüdüsel dürtülerle yaygın
iletişimi idealin kendisinin nasıl büyük ölçüde bilinçsiz ve ben tarafından
erişilemez kaldığı bilmecesini çözer. Bir zamanlar en derin katmanlarda gürültü
patırtı koparmış ve hızlı yüceltme ve özdeşleşme yoluyla bir sona erdirilememiş
olan savaşım tıpkı Kaulbache’nin tablosundaki Hunların çarpışmaları gibi şimdi
daha yüksek bir bölgede sürdürülür.42
48[This was the battle, usually known as the Battle of
Chalons, in which, in 451, Attila was defeated by the Romans and Visigoths.
Wilhelm von Kaulbach (1805-74) made it the subject of one of his mural
decorations, originally painted for the Neues Museum in Berlin. In this the
dead warriors are represented as continuing their fight in the sky above the
battlefield, in accordance with a legend that can be traced back to the
sixth-century Neo-Platonist, Damascius.]
IV
İÇGÜDÜLERİN İKİ SINIFI
IV. 1. Daha önce demiştik ki, eğer ruhsal varlığı bir
O, bir ben ve bir üst-ben olarak ayrımlaştırmamız bilgimizde bir ilerleme
anlamına geliyorsa, bunun kendini ruhsal yaşamdaki dinamik ilişkileri daha
derinlemesine anlamanın ve daha iyi betimlemenin aracı olarak da göstermesi
gerekir. Yine daha önce açıkça belirttik ki, ben algının tikel etkisi altında
durur, ve kabaca algıların ben için içgüdülerin O için taşıdığı aynı anlamı
taşıdıkları söylenebilir. Aynı zamanda ben de tıpkı O gibi içgüdülerin etkisi
altında kalır, ve aslında onun yalnızca özel olarak değişkiye uğramış bir
bölümüdür.
IV. 2.
İçgüdüler üzerine kısa bir süre önce (Haz
İlkesinin Ötesi’nde) bir görüş geliştirdim ve burada ona bağlı kalacağım
ve onu daha öte tartışmalarım için temel alacağım. Bu görüşe göre iki içgüdü
türü ayırdetmemiz gerekir ki bunlardan biri, eşeysel içgüdüler ya da
Eros, çok daha belirgindir ve incelemeye açıktır. Yalnızca asıl
engellenmemiş eşeysel içgüdüyü ya da ondan türetilen amaçta-engellenmiş ya da
yüceltilmiş içgüdüsel dürtüleri değil ama ayrıca öz-sakınım içgüdüsünü de
kapsar ki, bunu bene yüklememiz gerekir ve çözümleme çalışmasının başında onu
eşeysel nesne-içgüdülerinin karşısına koymak için geçerli nedenlerimiz vardı.
İkinci içgüdü türünü göstermek güçlükler yarattı; sonunda sadizmi onun
temsilcisi olarak görmeye başladık. Yaşambilim tarafından desteklenen kuramsal
irdelemeler temelinde, bir ölüm
içgüdüsü varsayımını ortaya koyduk ki, görevi örgensel yaşamı dirimsiz
duruma geri götürmektir; bu arada Eros ise, parçacıklara dağılmış dirimli tözün
sürekli olarak daha da kapsamlı bir toparlanması yoluyla yaşamı karışık bir
düzeye yükseltme ve doğal olarak aynı zamanda saklama hedefini izler.
Böylelikle her iki içgüdü de sözcüğün en sağın anlamında tutucu olarak
davranırlar, çünkü her ikisi de şeylerin yaşamın doğuşu ile bozulmuş olan bir
durumunu yeniden kurmaya çabalarlar. Yaşamın doğuşu böylece yaşamın sürmesinin
ve aynı zamanda ayrıca ölüme doğru çabanın nedeni olurken, yaşamın kendisi bu iki
eğilim arasındaki bir kavga ve uzlaşma olur. Yaşamın kökeni sorunu kozmolojik
bir sorun olarak kalırken, yaşamın erek ve niyetine ilişkin soru ikicilik terimlerinde
yanıtlanacaktır.43
43[Bkz. aşağıda dipnot 51.]
IV. 3. Bu iki
içgüdü türünden her birine tikel bir fizyolojik süreç (yapım ve yıkım
metabolizmaları) bağlanacaktır; her iki içgüdü türü de dirimli tözün her
parçasında ama gene de eşitsiz karışımlarda etkin olacak, ve böylece tek bir
töz Eros’un başlıca temsilcisi olabilecektir.
IV. 4. Her iki
türden içgüdünün birbirleri ile hangi yollarda birleştikleri, karıştıkları ve
kaynaştıkları henüz bütünüyle anlaşılmaz kalmayı sürdürür; ama bunun düzenli
olarak ve çok geniş olarak yer aldığı önümüzdeki bağlamda vazgeçilemez bir
varsayımdır. Tek-gözecikli öğesel örgenliklerin çok-gözecikli dirimli
varlıklara birleşmelerinin bir sonucu olarak, tekil gözeciğin ölüm içgüdüsünü
yansızlaştırmak ve yokedici dürtüleri tikel bir örgen aracılığıyla dışsal
dünyaya saptırmak olanaklı olur. Bu örgen kas aygıtı olacaktır ve ölüm içgüdüsü
şimdi — ama büyük bir olasılıkla bölümsel olarak — yoketme içgüdüsü olarak dış dünyaya ve başka dirimli varlıklara
yöneltilecektir.44
44[Freud buna ‘‘Mazoşizmin Ekonomik
Sorunu’’nda yeniden döner, § 11
(s. 418). ]
IV. 5. İki içgüdü sınıfının bir karışımı düşüncesini
bir kez kabul eder etmez, bunların — az ya da çok tamamlanmış — bir ayrışmaları olanağı bize kendini
dayatır.45 Eşeysel içgüdünün sadistik bileşeninde önümüzde amaca
hizmet eden bir içgüdü-karışımının klasik örneğini buluruz; ve kendini bir
sapıklık olarak bağımsız kılan sadizm
ise hiç kuşkusuz aşırı uçlara dek götürülmemiş bir ayrışmanın modelini
sunacaktır. O zaman önümüze henüz bu ışıkta irdelenmemiş olguların büyük bir
alanını görme olanağı açılır. Yoketme
içgüdüsünün boşaltma amaçları için düzenli olarak Eros’un hizmetine
getirildiğini anlarız; ve sara nöbetinin bir içgüdüsel ayrışmanın ürünü ve
belirtisi olduğundan kuşkulanmaya başlarız;46 ve birçok ağır
sinircenin, örneğin saplantı sinircelerinin sonuçları arasında içgüdüsel
ayrışmanın ve ölüm içgüdüsünün ortaya çıkışının özel bir dikkate değer olduğunu
anlayabiliriz. Hızlı bir genelleme yaparak, bir libido gerilemesinin — örneğin
genital evreden sadistik-anal evreye gerilemenin — özünün bir içgüdü ayrışması
üzerine dayandığını, ve evrik olarak daha erken bir evreden kesin genital
evreye ilerlemenin erotik bileşenlerin bir desteği tarafından
koşullandırıldığını varsayabiliriz.47 Ayrıca sinircenin yapısal
eğiliminde çok sık olmak üzere güçlenmiş olarak bulduğumuz düzenli iki-değerliliğin bir ayrışmanın
ürünü olarak görülüp görülemeyeceği sorusu doğar; ama iki-değerlilik öylesine
kökenseldir ki, tersine henüz tamamlanmamış bir içgüdü karışımı olarak kabul
edilmelidir.
45[Bkz. yukarıda § III. 7 (s. 369).
Aşağıda sadizm ile ilgili noktalara Haz
İlkesinin Ötesi’nde kısaca değinilir, s. 327.]
46[Bkz. Freud’un Dostoyevski’nin
nöbetleri üzerine geç denemesi (1928b), P.F.L., 14, 441 ss.]
47[Freud bu noktaya Engellemeler, Belirtiler ve Endişe’de
(1926d) yeniden geri döner, P.F.L., 10, 268 vs.]
IV. 6.
İlgimiz doğallıkla bir yanda ben, üst-ben ve O’nun varsayımsal oluşumları ve
öte yanda iki içgüdü türü arasında öğretici bağıntıların olup olamayacağı, ve
dahası, ruhsal süreçlere egemen olan haz ilkesine her iki içgüdü türüne ve
ruhsal ayrımlaşmalara karşı kararlı bir konum yükleyip yükleyemeyeceğimiz gibi
sorulara yönelir. Ama bu tartışmaya girmeden önce sorunun kendisinin anlatımına
yönelik bir kuşkuyu gidermemiz gerekir. Açıktır ki haz ilkesi konusunda hiçbir
kuşkuya yer yoktur ve benin düzenlenişi klinik aklamalar üzerine dayanır; ama
iki içgüdü türü arasındaki ayrım yeterince inandırıcı görünmez ve klinik
çözümleme olgularının böyle bir ayrım istemini geçersiz kılması olanaklıdır.
IV. 7. Böyle
bir olgu var gibi görünür. İki içgüdü türü arasındaki karşıtlık için sevgi ve
nefret kutupsallığını ortaya getirebiliriz.48 Eros’un bir
temsilcisini bulmada hiçbir sıkıntıya düşmeyiz; buna karşı, yakalaması güç olan
ölüm içgüdüsü için kendisine nefret tarafından yol gösterilen yoketme
içgüdüsünde bir temsilci bulabilirsek bundan büyük hoşnutluk duymamız gerekir.
Şimdi, klinik gözlem yalnızca nefretin beklenmedik ölçüde düzenli olarak
sevginin eşliğinde olduğunu (iki-değerlilik) değil, yalnızca insan
ilişkilerinde nefretin sık sık sevginin bir önhabercisi olduğunu değil, ama
ayrıca bir dizi durumda nefretin sevgiye ve sevginin nefrete dönüştüğünü de
gösterir. Eğer bu dönüşüm salt zamansal bir ardışıklıktan daha çoğu ise,
öyleyse eğer bir yer değişimi [Ablösung]
ise, o zaman açıktır ki erotik içgüdüler ve ölüm içgüdüleri arasındaki denli
temel bir ayrımın, karşıt yönlerde işleyen fizyolojik süreçleri varsayan bu
ayrımın altındaki zemin çekilir.
48[Aşağıdakiler için bkz. İçgüdüler ve Yazgıları’nda (1915c) s. 134-8, ve ayrıca Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları
(1930a), P.F.L., 12, 298
ss., ve 308 ss.]
IV. 8. Şimdi
birinin aynı kişiyi ilkin sevmesi ve sonra ondan nefret etmesi — ya da tersi —
ve bunu o kişi ona bunun için bir fırsat verdiği için yapması durumu açıktır ki
sorunumuzu ilgilendirmez. Ve henüz belirtik olmayan sevgi duygularının
kendilerini ilkin düşmanlık ve saldırganlık eğilimleri yoluyla anlatmaları
durumu da ilgilendirmez, çünkü burada nesne-yatırımında yokedici bileşen atak
davranmış ve erotik bileşen ancak daha sonra ona katılmış olabilir. Ama
sinirceler ruhbiliminde birçok durum biliriz ki bunlarda bir dönüşümün yer
aldığını varsaymak çok daha usayatkındır.
Paranoia persecutoriada hasta kendini belirli bir kişiye özel bir yolda
aşırı güçlü bir eşcinsel bağlılıktan uzak tutar; ve sonuç çok sevdiği bu
kişinin onun peşini bırakmayan birine dönmesidir ki, hastanın sık sık tehlikeli
olan saldırganlığı ona karşı yönelir. Burada önceden sevgiyi nefrete
dönüştürmüş olan bir evreyi araya sokma hakkımız vardır. Eşcinselliğin, ama
ayrıca eşeysizleştirilmiş toplumsal duyguların ortaya çıkışı durumunda,
çözümleme araştırması ancak yakınlarda bize saldırgan eğilimlere götüren
şiddetli hasımlık duygularının varoluşunu tanımayı, ve ancak bunların
yenilmesinden sonra önceden nefret edilen nesnenin sevilen bir nesne ya da bir
özdeşleşme nesnesi olduğunu öğretmiştir.49 Bu durumlarda nefretin
sevgiye doğrudan bir dönüşümünü kabul edip etmeyeceğimiz sorusu doğar. Burada
sorun arı içsel değişimlerle ilgilidir ki, bunlarda nesnenin değişiklik
gösteren bir davranışının hiçbir payı yoktur.
49[Bkz. yukarıda Dipnot 44.]
IV. 9. Ama
paranoid dönüşümlerdeki süreçler üzerine çözümleme araştırması bizi bir başka
düzeneğin olanağı ile tanıştırdı. Daha baştan iki-değerli bir tutum bulunur, ve
erotik dürtüden erke çekilip düşman dürtüye erke eklenirken, dönüşüm tepkisel
bir yatırım-yerdeğişimi yoluyla olur.
IV. 10.
Eşcinselliğe götüren düşmanca hasımlığın yenilmesi durumunda aynı değil ama
benzer birşey yer alır. Düşmanca tutumun hiçbir doyum beklentisi yoktur; buna
göre — ve dolayısıyla ekonomik güdülerden ötürü — yeri bir sevgi tutumu
tarafından doldurulur ki, doyum için, eş deyişle boşalma olanağı için daha çok
beklenti sunar. Böylece bu durumlardan hiç birinde nefretin sevgiye doğrudan
dönüşümünü, bu iki içgüdü türü arasındaki nitel ayrımla bağdaşmayacak böyle bir
dönüşümü varsaymamız gerekmez.
IV. 11. Ama
belirtmek gerek ki, sevgiyi nefrete dönüştüren bu öteki düzeneği getirmekle
örtük olarak bir başka varsayımda bulunmuş oluruz ve bu açıkça ortaya koyulmayı
hakeder. Sanki ruhsal yaşamda — ister bende isterse O’da olsun —
yerdeğiştirebilir bir erke varmış, ve kendinde ilgisiz olmakla, nitel olarak
ayrımlaşmış bir erotik ya da yokedici dürtüye eklenebilir ve onun toplam
yatırımını yükseltebilirmiş gibi düşündük. Bu tür bir yerdeğiştirebilir erkenin
varoluşunu kabul etmeksizin hiçbir ilerleme yapamayız. Biricik soru nereden
kaynaklandığı, neye ait olduğu ve neyi imlediğidir.
IV. 12.
İçgüdüsel dürtülerin niteliği ve bunun içgüdülerin çeşitli yazgıları boyunca
sürmesi sorusu henüz oldukça karanlıktır ve şimdiye dek üzerine pek
gidilmemiştir. Gözleme özellikle açık olan eşeysel bölümsel-içgüdülerde aynı
çerçeveye ait kimi süreçler saptanabilir; örneğin bölümsel içgüdüler belli bir
ölçüde aralarında iletişimde bulunabilirler, tikel bir erotojen kaynaktan doğan
bir içgüdü yeğinliğini bir başka kaynaktan doğan bir başka bölümsel içgüdüyü
güçlendirmek için verebilir, bir içgüdünün doyumu bir başkasının doyumunun
yerini alabilir — ki tümü de belli türde varsayımları göze almak için bizi
yüreklendirmelidir
IV. 13. Bu
tartışmada herhangi bir tanıtlamasını sunmaksızın salt bir varsayımda daha
bulunmak zorundayım. Hiç kuşkusuz hem bende hem de O’da etkin olan bu
yerdeğiştirebilir ve ilgisiz erkenin narsissistik libido deposundan çıktığı, ve
dolayısıyla eşeysizleştirilmiş Eros olduğu görüşü usayatkın görünür. Erotik
içgüdüler bize yokedici içgüdülerden genel olarak daha plastik, daha
saptırılabilir ve daha kolay yerdeğiştirebilir görünürler. O zaman hiçbir
güçlük olmaksızın ilerleyebilir, ve bu yerdeğiştirebilir libidonun tıkanmaları
giderebilmek ve boşalımı kolaylaştırabilmek için haz ilkesinin hizmetinde
çalıştığını söyleyebiliriz. Bu bağıntıda, eğer ne olursa olsun herhangi bir
biçimde boşalma olacaksa, bunun hangi yolu izlediği konusunda belli bir
ilgisizlik gözden kaçamaz. O’daki yatırım süreçlerine özgü bu özelliği
biliyoruz. Nesne ile ilgili olarak tikel bir ilgisizliğin gelişmesini kabul
eden erotik yatırımda bulunur; ve hangi kişilere yönelik olduklarına
bakılmaksızın, çözümlemede kaçınılmaz olarak doğan aktarımlarda özellikle
açıktır. Rank [1913] kısa bir
süre önce sinirceli öç eylemlerinin yanlış kişilere karşı yöneltildiklerini
gösteren güzel örnekler yayımladı. Bilinçaltının bu davranışı komik bir öyküyü
anımsatır; bu öyküye göre, köyün tek nalbantının ölümle cezalandırılacak bir
suç işlemesinden ötürü üç köy terzisinden biri asılacaktır.50 Ceza
suçlunun payına düşmese bile uygulanmalıdır. Aynı türde gevşeklik ilkin düş
çalışmasını incelerken birincil süreç tarafından ortaya çıkarılan
yerdeğişimlerinde dikkatimizi çekti. Tıpkı ilgilendiğimiz durumda boşaltma
yollarının ikincil önemde olmaları gibi, orada da irdelemeye ancak ikincil
önemde girenler nesnelerdi. Hem bir nesnenin hem de boşaltma yolunun seçimi
konusunda daha büyük sağınlık elde etmede diretmek bene özgü bir tutum
olacaktır.
50[Öykü Freud tarafından şakalar
üzerine kitabının (1950c), P.F.L., 6, 267, son bölümünde, ve
Giriş Dersleri (1916-17),
P.F.L., 1, 209, 11’inci
Derste anlatılır.]
IV. 14. Eğer
bu yerdeğiştirme erkesi eşeysizleştirilmiş libido ise, o zaman ona yüceltilmiş erke de diyebiliriz,
çünkü Eros’un başlıca amacında, birleştirme ve bağlamada diretmeyi sürdürecek,
çünkü öyle bir birliğin kuruluşuna hizmet edecektir ki, onun yoluyla — ya da
ona doğru eğilim yoluyla — ben kendini öne çıkarır. Eğer daha geniş anlamda
düşünce süreçleri bu yerdeğiştirmeler arasında sayılacaksa, o zaman düşünme işi
de yüceltme yoluyla erotik içgüdü gücü tarafından karşılanır.
IV. 15.
Burada yine yüceltmenin benin aracılığı ile düzenli olarak yer alabileceği
biçimindeki daha önce değinilmiş o olanağa varırız [bkz. § III. 7 (s. 369)]. Öteki durumu, bu
benin O’nun ilk ve hiç kuşkusuz ayrıca daha sonraki nesne-yatırımları ile
ilgilenmesini, ve bunu onların libidosunu kendi üstüne alarak ve özdeşleşme
yoluyla sağlanan ben-değişimini ona bağlayarak yapmasını anımsıyoruz. [Erotik
libidonun] ben-libidoya bu dönüşüm[ü] doğallıkla eşeysel hedeflerden bir
vazgeçme ile, bir eşeysizleştirme ile bağlıdır. Her ne olursa olsun, Eros ile ilişkisi
içindeki benin önemli bir işlevi üzerine bir içgörü kazanırız. Böyle bir yolda
nesne-yatırımlarının libidosunu ele geçirerek, kendini biricik sevgi nesnesi
yaparak, O’nun libidosunu eşeysizleştirerek ya da yücelterek, ben Eros’un
amaçlarına karşı çalışır, kendini karşıt içgüdüsel dürtülerin hizmetine sunar.
O’nun nesne-yatırımlarının bir başka bölümü ile anlaşmalı, deyim yerindeyse
onlara katılmalıdır. Benin bu etkinliğinin bir başka olanaklı sonucu üzerine
daha sonra söz edebileceğiz.
IV. 16. Bu
narsissizm kuramında önemli bir genişlemeye götürür. Başlangıçta tüm libido
O’da birikmişken, ben ise henüz oluşum sürecindedir ya da zayıftır. O bu
libidonun bir parçasını erotik nesne-yatırımlarına gönderir, ve bunun üzerine
güçlenmiş olan ben bu nesne-libidoyu ele geçirmeye ve kendini sevgi-nesnesi
olarak O’ya dayatmaya çalışır. Benin narsissizmi böylece nesnelerden çekilmiş
ikincil bir narsissizmdir.
IV. 17. Her
zaman olduğu gibi, izleyebildiğimiz içgüdüsel dürtülerin kendilerini Eros’un
türevleri olarak açığa serdiklerini görürüz. Eğer Haz İlkesinin Ötesi’nde ortaya koyulan irdelemeler olmasaydı,
ve en sonunda kendilerini Eros’a bağlayan sadistik bileşenler olmasaydı, ikici
bir nitelikte olan temel görüşümüze sarılmada güçlük çekerdik.51 Ama
bu görüşe bağlı olduğumuz için, ölüm içgüdülerinin özsel olarak dilsiz
oldukları ve yaşamın gürültü patırtısının çoğunlukla Eros’tan doğduğu
izlenimini ediniriz.52
51[Freud’un içgüdülerin ikici bir
sınıflandırmasına sarılmada gösterdiği tutarlık Haz İlkesinin Ötesi’nin (1920g) VI’ncı Bölümünün en sonuna eklenen bir dipnotta da
görülecektir (s. 334-5). Ayrıca bkz.
İçgüdüler ve Yazgıları’na (1915c)
Editörün Sunuşundaki tarihsel taslak, s. 110-2.]
52Bizim görüşümüze göre dışsal dünyaya
yönelik olan yokedici içgüdüler aslında Eros’un aracılığıyla kendi benlerinden
saptırılmışlardır.
IV. 18. Ve
Eros’a karşı savaşımdan! Haz ilkesinin yaşam sürecinde karışıklıklar yaratan
libidoya karşı savaşımında O’ya bir pusula olarak hizmet ettiği görüşü
çürütülemez. Eğer Fechner’in ona
verdiği anlamda değişmezlik ilkesi53 yaşama egemense, böylece yaşam
ölüme doğru bir inişten oluşuyorsa, düzlemin düşmesini durduran ve yeni
gerginlikler getiren şey içgüdüsel gereksinimler olarak Eros’un, eşeysel
içgüdülerin istemleridir. Haz ilkesi tarafından, eş deyişle hazsızlık algısı
tarafından yönlendirilerek, O değişik yollarda kendini bu gerginliklerden uzak
tutar. Bunu ilk olarak eşeysizleştirilmemiş libidonun istemleri ile olanaklı en
hızlı yolda uyum göstererek, dolayısıyla doğrudan eşeysel eğilimlerin doyumu
için çabalayarak yapar. Ama, içinde tüm bileşen isteklerin buluştukları tikel
bir doyum biçimi ile ilişki içinde, bunu çok daha kapsamlı bir yolda, erotik
gerginliklerin bir bakıma doymuş taşıyıcıları olan eşeysel tözlerin54
boşaltılması yoluyla yapar. Eşeysel edimde eşeysel gerecin atılması belli bir
ölçüde soma ve tohumcuk-plazmasının ayrılışına karşılık düşer. Bu tam eşeysel
doyumdan sonraki durumun ölüme benzerliğini, ve daha alt hayvanlarda ölümün
çiftleşme edimi ile çakışmasını açıklar. Bu varlıklar üreme ediminde ölürler,
çünkü Eros’un doyum yoluyla ortadan kaldırılmasından sonra ölüm içgüdüsü
amaçlarını yerine getirmede engelden kurtulur. Son olarak, gördüğümüz gibi,
libidonun bir bölümünü kendi için ve amaçları için yücelterek, ben O’nun
[gerginliklere] egemen olma işini kolaylaştırır.
53[Bkz. Haz İlkesinin Ötesi
(1920g), § I. 3 (s. 276-8).]
54[Freud’un ‘eşeysel tözler’in rolleri üzerine görüşleri Üç Deneme (1905d), 2’nci Kesimde bulunacaktır, P.F.L., 7, 133-8.]
V
BENİN BAĞIMLILIKLARI
V. 1. Gerecin karışıklığı başlıklardan hiç birinin
bölüm içeriklerine tam olarak uygun düşmemesi için, ve yeni ilişkileri
incelemek isterken sürekli olarak önceden ele alınmış sorunlara geri dönmemiz
için bağışlatıcı olabilir.
V. 2. Böylece yineleyerek söyledik ki, ben büyük bir
düzeye dek O tarafından terkedilen yatırımların yerini alan özdeşleşmelerden
oluşur, bu özdeşleşmelerden ilki her zaman bende özel bir yetke olarak davranır
ve bir üst-ben olarak kendini benin karşısına koyar, ama bu arada güçlenen ben
daha sonra böyle özdeşleşme etkilerine karşı daha dirençli davranabilir.
Üst-ben bendeki ya da ben ile ilişki içindeki özel konumunu öyle bir kıpıya
borçludur ki bunun iki yandan değerlendirilmesi gerekir. İlk olarak, benin
henüz zayıf olduğu bir sırada yer alan ilk özdeşleşmedir; ikinci olarak, Ödipus
karmaşasının kalıtçısıdır ve böylece bene olağünüstü önemli nesneler
getirmiştir. Üst-benin daha sonraki ben-değişimleri ile ilişkisi belli bir
ölçüde çocukluğun birincil eşeysel evresinin erinlik sonrası eşeysel yaşam ile
ilişkisine benzer. Tüm sonraki etkilere açık olmasına karşın, gene de yaşam
boyunca ona baba-karmaşasından kaynaklanması tarafından verilen karakteri, eş
deyişle ben ile karşıtlık içinde durma ve ona egemen olma yeteneğini saklar. Benin
bir zamanki zayıflık ve bağımlılığının bir anıtıdır, ve olgun ben üzerindeki
egemenliğini sürdürür. Tıpkı çocuğun büyüklerine boyun eğme zorlaması altında
durmuş olması gibi, ben de üst-beninin kesin buyrumuna altgüdümlüdür.
V. 3. Ama üst-benin O’nun ilk nesne-yatırımlarından,
Ödipus karmaşasından türeyişinin üst-ben için çok daha öte anlamları vardır. Bu
türeme, daha önce gördüğümüz gibi, üst-beni O’nun soygelişimsel kazanımları ile
ilişkiye getirir ve onda tortularını geride O’da bırakan önceki ben-oluşumlarının
yeniden-bedenselleşmesine götürür. Böylece üst-ben sürekli olarak O’ya yakın
durur ve ben karşısında onun temsilcisi olarak davranabilir. O’nun
derinliklerine ulaşır ve bu nedenle bilinçten benin olduğundan daha uzak kalır.55
55Denebilir ki ruhçözümsel ya da
ruhbilimötesi ben de anatomik ben gibi — ‘kortikal homonkulus’ gibi — kafasının
üstünde durur.
V. 4. Bu ilişkileri değerlendirmenin en iyi yolu
çoktandır yeniliklerini yitirmiş ama henüz kuramsal olarak işlenmeyi bekleyen
belli klinik olgulara dönmekten geçer.
V. 5. Çözümleme işi sırasında bütünüyle tuhaf
davranan kişiler vardır. Onlara umut verildiğinde ya da sağaltımın gidişinin
doyum verici olduğu anlatıldığında, hoşnutsuzluk gösterirler ve bir kural
olarak bulgularında kötüleşme başlar. Başlangıçta bu bir dikbaşlılık ve doktora
kendi üstünlüğünü gösterme girişimi olarak görülür. Daha derin ve daha doğru
görüşe sonradan ulaşılır. Yalnızca bu kişilerin hiçbir övgüye ve hiçbir
tanınmaya katlanamadıkları değil, ama sağaltımın ilerlemesi ile ters orantılı
tepki gösterdikleri kanısına ulaşılır. Belirtilerin bir iyileşmesinde ya da
geçici olarak askıya alınmasında sonuçlanması gereken ve başka insanlarda
gerçekten de böyle sonuçlanan her bölümsel çözüm onlarda hastalıklarının geçici
bir ağırlaşmasına yol açar, ve sağaltım sırasında iyileşmek yerine
kötüleşirler. Olumsuz sağaltım tepkisi
denilen şeyi gösterirler.
V. 6. Onlarda iyileşmelerine karşı çıkan birşeyin
olduğu, iyileşmenin yaklaşmasının bir tehlike gibi korku yarattığı konusunda
hiçbir kuşkuya yer olamaz. Bu kişilerde iyileşme isteği olmadığı, tersine
hastalık gereksiniminin üstünlüğü ele geçirdiği söylenir. Eğer bu direncin
alışıldık yolda çözümlemesini yaparsak, doktora karşı dikbaşlılık tutumu ve
hastalıktan elde edilen kazançların biçimleri üzerine bir saplantı bir yana
bırakıldığında bile, gene de büyük bir bölümü henüz sürer ve bu kendini
iyileşmeye karşı en güçlü engel olarak, narsissistik erişilemezlik, doktora
karşı olumsuz bir tutum ve hastalık kazançlarına sarılma gibi daha önceden
bildiğimiz engellerden de güçlü bir engel olarak tanıtlar.
V. 7. Sonunda ‘‘ahlaksal’’ denebilecek bir etmen
ile, doyumunu hastalıkta bulan ve acı çekme cezasından vazgeçmeyi istemeyen bir
suçluluk duygusu ile uğraştığımızı görmeye başlarız. Bu biraz umut kırıcı
açıklamayı en son ve kesin açıklama olarak görebiliriz. Ama bu suçluluk duygusu
hasta açısından dilsizdir ve ona suçlu olduğunu söylemez; kişi suçlu olduğunu
değil ama hasta olduğunu duyumsar. Bu suçluluk duygusu kendini yalnızca
iyileşmeye karşı zayıflatılması oldukça güç bir direnç olarak anlatır. Hastayı
hasta kalmasının arkasında yatan bu güdüye inandırmak da özellikle güçtür, ve
hasta daha doğrudan açıklamaya, çözümleme yoluyla sağaltımın ona yararı olacak
doğru çare olmadığı görüşüne sarılır.56
56Bilinçsiz bir suçluluk duygusu gibi
bir engele karşı kavga çözümlemeci için kolaylaştırılamaz. Ona karşı doğrudan
doğruya hiçbirşey yapılamadığı gibi dolaylı olarak da bilinçsiz, baskılanmış
temellerini yavaş yavaş ortaya çıkarmaktan ve böylece onu aşamalı olarak
bilinçli bir suçluluk duygusuna dönüştürmekten başka hiçbirşey yapılamaz. Bu bç.siz suçluluk duygusu ödünç bir suçluluk duygusu olduğu
zaman, eş deyişle, bir zamanlar bir erotik yatırımın nesnesi olmuş olan bir
başka kişi ile özdeşleşmenin bir sonucu olduğu zaman, onu etkilemek için özel
bir şans kazanılır. Bu yolda kabul edilen bir suçluluk duygusu sık sık
vazgeçilmiş sevgi ilişkisinin tek ve tanınması güç kalıntısıdır. Melankolide
yaşanan sürece benzerlik burada gözden kaçmaz. Eğer bç.siz suçluluk duygusunun arkasındaki bu eski nesne-yatırımı
ortaya çıkarılabilirse, sağaltım sık sık parlak bir başarıyla sonuçlanır, ama
bunun dışında sağaltım çabasının sonuçları hiçbir biçimde güvenilir değildir.
Başlıca suçluluk duygusunun yeğinliği üzerine bağımlıdır, ve çoğu kez sağaltım
onun karşısına onunkine eşit bir güç düzeni ile çıkmayı başaramaz. Belki de
çözümlemecinin kişiliğinin hastanın onu ben-idealinin yerine koymasına izin
verip vermemesine de bağımlı olabilir, ve bu çözümlemeci açısından hastaya
karşı peygamber, ruhsal kurtarıcı ve kefaret edici rolünü oynama yönünde bir
kışkırtma yaratır. Çözümlemenin kuralları doktorun kişiliğinin böyle bir
kullanımına kesin olarak aykırı olduğu için, burada çözümlemenin etkisi için
yeni bir sınırın olduğunu dürüstçe kabul etmek gerekir; aslında çözümleme
hastalıklı tepkileri olanaksız kılmaz, ama hastanın benine şu ya da bu yolda
karar verme özgürlüğünü sağlar.
[Freud bu konuya Mazoşizmin Ekonomik
Sorunu’nun (1924c)
sonuna doğru yeniden dönerek orada bilinçsiz suçluluk duygusu ve ahlaksal
mazoşizm arasındaki ayrımı tartıştı. Bkz. ayrıca Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları (1930a), Bölümler VII ve VIII.].
V. 8. Burada verilen betimleme en aşırı olaylara
karşılık düşer, ama daha küçük bir ölçüde birçok durumda, belki de tüm ağır
sinirce durumlarında dikkate alınması gerekir. Dahası, belki de sinirceli bir
hastalığın ağırlığını kesin olarak belirleyen şey tam olarak bu etmen, eş
deyişle ben-idealinin davranışıdır. Bu yüzden suçluluk duygusunun kendini
değişik koşullar altında anlatması üzerine kimi daha öte noktalara dokunmadan
geçmeyeceğiz.
V. 9. Normal, bilinçli suçluluk duygusu (duyunç)
hiçbir güçlük sunmaz, ben ve ben-ideali arasındaki gerginlik üzerine dayanır,
benin kendi eleştirel yetkesi tarafından yargılanmasının anlatımıdır.
Sinircelilerde çok iyi bilinen aşağılık duyguları pekala ondan çok uzakta
yatmıyor olabilir. Yakından tanıdığımız iki rahatsızlık tipinde suçluluk
duygusu aşırı güçlü olarak bilinçlidir; bu durumda ben-ideali özel bir sertlik
gösterir ve sık sık bene karşı amansız bir hiddete kapılır. Saplantı-sinircesi
ve melankoli gibi bu iki durumda, ben-idealinin tutumu bu benzerliğin yanısıra
daha az önemli olmayan ayrımlar da sergiler.
V. 10. Saplantı sinircesinde (bunun belli
biçimlerinde) suçluluk duygusu aşırı gürültülüdür, ama kendini benin önünde
aklayamaz. Buna göre, hastanın beni suçlanması istemine başkaldırır ve
doktordan bu suçluluk duygusunun reddedilişinde onu desteklemesini ister. Bunu
kabul etmek aptalca olacak, çünkü sonuçsuz kalacaktır. Çözümleme o zaman
üst-benin ben için bilinmez kalan süreçler tarafından etkilendiğini gösterir.
Suçluluk duygusunun temelinde yatan baskılanmış dürtüleri ortaya çıkarmak
edimsel olarak olanaklıdır. Böylece üst-benin burada bilinçsiz O konusunda benden
daha bilinçli olduğu anlaşılır.
V. 11. Melankolide üst-benin bilinç üzerinde bir
üstünlük sağladığı izlenimi çok daha güçlüdür. Ama burada ben hiçbir
karşıçıkışı göze almaz, kendini suçlu görür ve cezaya boyun eğer. Bu ayrımı
anlarız. Saplantı sinircesinde sorgulanan şey benin dışında kalan yakışıksız
dürtülerdi; melankolide ise üst-benin öfkesine konu olan nesne özdeşleşme
yoluyla ben içersine alınmıştır.
V. 12. Bu iki sinirceli rahatsızlıkta suçluluk
duygusunun niçin böylesine olağanüstü bir güce eriştiği hiç kuşkusuz
kendiliğinden açık değildir; ama bu durumdaki başlıca sorun başka bir yerde
yatar. Bunu tartışmayı suçluluk duygusunun bilinçsiz kaldığı başka durumları
ele alıncaya dek erteleyeceğiz. [Bkz. biraz aşağıda V.17.]
V. 13. Bu özsel olarak histeride ve histerik bir
tipteki durumlarda bulunur. Burada suçluluk duygusunun bilinçsiz kalma
düzeneğini saptamak kolaydır. Histerik ben ona üst-beninin eleştirisi gibi bir
gözdağı veren acılı bir algıyı kendinden uzak tutar, tıpkı bir baskı edimi yoluyla
dayanılmaz bir nesne-yatırımını uzak tutma eğiliminde olması gibi. Buna göre
suçluluk duygusu bilinçsiz kaldığında, bundan sorumlu olan bendir. Biliyoruz ki
genellikle ben baskıları üst-beninin hizmetinde ve onun adına üstüne alır; ama
burada öyle bir durum vardır ki, aynı silahları kendi sert efendisine karşı
çevirmiştir. Saplantı sinircesinde, bilindiği gibi, tepki-oluşumu fenomenleri
ağır basar; burada [histeride] ise ben yalnızca suçluluk duygusunun bağlı
olduğu gereci uzakta tutmayı başarır.
V. 14. Daha ileri gidilebilir ve suçluluk duygusunun
büyük bir bölümünün normal olarak bilinçsiz olması gerektiği varsayımı göze
alınabilir, çünkü duyuncun doğuşu yakından bilinçaltına ait olan Ödipus
karmaşasına bağlıdır. Eğer biri normal insanın yalnızca inandığından çok daha
ahlaksız değil ama ayrıca bildiğinden çok daha ahlaklı olduğu biçimindeki
paradoksal önermeyi ortaya sürecek olursa, önesürümün ilk yarısına bulgularıyla
destek veren ruhçözümleme ikinci yarıya yönelik hiçbir karşıçıkış
getirmeyecektir.57
57Bu önerme yalnızca görünürde bir
paradokstur; yalın olarak, insan doğasının iyide olduğu gibi kötüde de kendi
için inandıklarının çok daha ötesine geçtiğini, eş deyişle beninin bilinçli
algı yoluyla ayrımsadıklarının ötesine geçtiğini söyler.
V. 15. Bu
bç.siz suçluluk duygusunda bir artışın insanları suçlulara
dönüştürebileceğini bulmak bir sürpriz oldu. Ama hiç kuşkusuz doğruydu. Birçok
suçluda, özellikle genç suçlularda, edimden önce varolan ve dolayısıyla suçun
sonucu değil ama güdüsü olan çok güçlü bir suçluluk duygusunu saptamak
olanaklıdır, sanki bu bilinçsiz suçluluk duygusunu olgusal ve dolaysız birşey
üzerine bağlayabilmek bir rahatlama olarak duyumsanmıştır.58
58[Bunun kimi başka göndermelerle
birlikte tam bir tartışması Freud’un ‘‘Ruhçözümleme Çalışmasında Karşılaşılan
Kimi Karakter Tipleri’’ (1916d)
üzerine yazısının III’üncü Bölümünde bulunacaktır, P.F.L., 14,
317.]
V. 16. Tüm bu durumlarda üst-ben bilinçli benden
bağımsızlığını ve bilinçsiz O ile yakın ilişkilerini sergiler. Şimdi bendeki
önbilinçli sözel kalıntılara yüklediğimiz önem açısından, üst-benin, bç.siz olduğu sürece, böyle
sözcük-tasarımlarından oluşup oluşmadığı, ve eğer oluşmuyorsa, başka neden
oluştuğu sorusu doğar. Ölçülü bir yanıt üst-ben için de kökenini işitilmiş
sözlerden aldığını reddetmenin olanaksız olduğudur; çünkü o benin bir
parçasıdır ve bu sözcük-tasarımları (kavramlar, soyutlamalar) yoluyla bilinç
için erişilebilir kalır; ama yatırım-erkesi üst-benin bu içeriğine işitme
algısından (eğitim, okuma) değil ama O’daki kaynaklardan ulaşır.
V. 17. Yanıtını ertelediğimiz soru şöyledir [bkz.
biraz yukarıda V.12.]: Nasıl olur da üst-ben kendini özünde bir suçluluk
duygusu olarak (daha iyisi: eleştiri olarak; çünkü suçluluk duygusu bende bu
eleştiriye karşılık düşen algıdır) anlatır ve aynı zamanda bene karşı böyle
olağanüstü bir sertlik ve katılık geliştirir? İlk olarak melankoliye dönersek,
bilinç üzerinde bir üstünlük kazanmış aşırı ölçüde güçlü üst-benin bene karşı
amansız bir şiddet uyguladığını buluruz, sanki ilgili kişide hazır bekleyen
sadizmin bütününü ele geçirmiş gibi. Sadizm anlayışımıza göre, yokedici
bileşenin üst-bende toplandığını ve bene karşı döndüğünü söylememiz gerekirdi.
Şimdi üst-bende egemen olan şey bir bakıma ölüm içgüdüsünün bir arı-ekinidir, ve
eğer ben manyaya dönme yoluyla tiranını zamanında savuşturamazsa, gerçekte sık
sık onu ölüme dek sürüklemeyi başarır.
V. 18. Belli saplantı sinircesi biçimlerinde duyunç
kınamaları eşit ölçüde acı verici ve işkence edicidir, ama burada durum daha az
saydamdır. Melankoli ile karşıtlık içinde belirtmeye değer ki, saplantılı hasta
aslında hiçbir zaman kendini yoketme adımını atmaz; intihar tehlikesine karşı
bağışık gibidir, ve ona karşı histerikten çok daha iyi korunur. Benin
güvenliğini sağlama alan şeyin nesnenin sakınımı olduğunu anlayabiliriz.
Saplantı sinircesinde sevgi-dürtülerinin kendilerini nesneye karşı saldırı
dürtülerine çevirmeleri ön-genital örgütlenmeye bir gerileme yoluyla olanaklı
olmuştur. Burada yine yokedicilik içgüdüsü özgürleşmiştir ve nesneyi yoketmeyi
ister, ya da en azından böyle bir niyeti taşıyor görünür. Bu eğilimler ben
tarafından kabul edilmemişlerdir ve, kendisi onlara karşı tepki-oluşumları ve
güvenlik önlemleri yoluyla savaşır; bunlar O’da kalırlar. Ama üst-ben sanki ben
onlardan sorumluymuş gibi davranır ve aynı zamanda, bu yokedici niyetleri
izlerken gösterdiği ciddiyetle, bize onların gerileme yoluyla ortaya çıkarılan
bir yanılsama değil ama edimsel olarak sevginin yerine nefretin geçmesi
olduğunu gösterir. Her iki yönde de çaresiz kalarak, ben kendini boş yere hem
katil O’nun yersiz istemlerine karşı hem de cezalandırıcı duyuncun
suçlamalarına karşı savunur. En azından her iki yanın en yabanıl eylemlerini
durdurmayı başarır; sonuç ilk olarak kendine sonu gelmez bir işkencedir, ve
daha öte gelişimde erişilebilir olduğu her yerde nesneye karşı yöntemli bir
işkence başlar.
V. 19. Tehlikeli ölüm içgüdüleri bireyde çeşitli
yollarda ele alınır; bir yandan erotik bileşenlerle kaynaşma yoluyla
zararsızlaştırılırken, öte yandan saldırganlık olarak dışsal dünyaya karşı
saptırılırlar; ama büyük bir düzeye dek hiç kuşkusuz engelsizce içerdeki
işlerini sürdürürler. O zaman melankolide üst-benin ölüm içgüdüleri için bir
tür toplanma yeri olması nasıl olanaklıdır?
V. 20. İçgüdü kısıtlamasının ya da ahlakın bakış
açısından, denebilir ki O bütünüyle ahlak-dışıdır [amoralisch], ben ahlaksal [moralisch] olmaya çabalar, üst-ben aşırı-ahlakçı [hypermoralisch] olabilir ve o zaman
ancak O’nun olabileceği denli acımasız olabilir. Belirtmeye değer ki, bir insan
dışarıya doğru saldırganlığını ne denli kısıtlarsa, ben-idealinde o denli sert
ve dolayısıyla o denli saldırgan olur. Sıradan irdelemede durum evrik olarak
görünür, ve bu bakış açısı için ben-idealinin isteminde saldırganlığın
bastırılması için güdü yatar. Ama olgu bizim onu belirttiğimiz gibi kalır: Bir
insan saldırganlığını ne denli denetlerse, idealinin benine karşı saldırganlık
eğilimi o denli güçlenir.59 Bu bir yer-değiştirme, kendi benine
karşı bir dönme gibidir. Giderek sıradan, normal ahlak bile sert bir
kısıtlayıcılık, acımasızca yasaklayıcı bir nitelik gösterir. Buna göre
amansızca ceza veren bir yüksek Varlık anlayışı doğar.
59[Freud bu paradoksa ‘‘Bir Bütün Olarak Düş-Yorumu Üzerine Ek Notlar’’da
(1925i) ve ‘‘Mazoşizmin
Ekonomik Sorunu’’nda (1924c)
döndü, bkz. § 24 (s. 425). Onu
Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nın (1930a) VII’nci Bölümünde daha tam olarak tartıştı.]
V. 21. Yeni bir varsayım getirmeksizin bu ilişkileri
daha öte açıklamam olanaksız. Üst-ben bildiğimiz gibi baba modeli ile bir
özdeşleşmeden doğmuştur. Böyle her özdeşleşme eşeysizleşme ya da giderek
yüceltme niteliğini taşır. Şimdi öyle görünür ki sanki bu tür bir dönüşüm yer
aldığında, aynı zamanda içgüdüsel bir ayrışma da yer alır. [Bkz. § III. 7 (s. 369).] Yüceltmeden sonra,
erotik bileşen bundan böyle onunla bileşmiş olan yokediciliğin bütününü bağlama
gücünü taşımaz, ve bu bir saldırma ve yoketme eğilimi biçiminde salınır.
İdealin genel olarak sert, acımasız özelliği, buyurgan Gerek bu ayrışmadan
türer.
V. 22. Kısa bir süre için saplantı sinircesi üzerinde
duralım. Burada durum başka türlüdür. Sevginin saldırganlığa ayrışması benin
bir edimi yoluyla ortaya çıkmaz, tersine O’da ortaya çıkan bir gerilemenin
sonucudur. Ama bu süreç O’nun ötesine, şimdi suçsuz bene karşı sertliğini
arttıran üst-bene genişlemiştir. Ama iki durumda da [e.d. hem saplantı
sinircesinde hem de melankolide], özdeşleşme yoluyla libido üzerinde denetim
kazanmış olan ben bunun için libido ile karışmış saldırganlık aracılığıyla
üst-ben tarafından cezalandırılır.
V. 23. Bene ilişkin düşüncelerimiz açıklık kazanmaya
başlarken, çeşitli ilişkileri de kendilerini durulukları içinde gösterirler.
Şimdi beni gücü ve zayıflığı içinde görürüz. Sorumluluğu altına düşen önemli
işlevler vardır, algı dizgesi ile ilişkisinin gücüyle ruhsal süreçlerin
zamansal düzenini saptar ve onları olgusallık sınaması altına getirir.60
Düşünce süreçlerinin araya girmesi yoluyla motor boşalımların ertelenmesini
sağlar ve devinebilirliğe girişi denetler.61 Bu son denetleme gücü
hiç kuşkusuz olgusal olmaktan çok biçimseldir; eylem ile ilişki içinde ben bir
bakıma anayasal bir tekerk konumundadır ki, onayı olmaksızın hiçbir yasa
çıkarılamaz, ama Parlamentonun bir önergesine karşı vetosunu bildirmeden önce
kendisi uzun uzadıya düşünmek zorundadır. Dışardan kaynaklanan tüm yaşam
deneyimlerinde ben kendini varsıllaştırır; ama O onun kendine altgüdümlü
kılmaya çalıştığı ikinci dışsal dünyasıdır. O’dan libido çeker, ve O’nun
nesne-yatırımlarını ben-şekillerine çevirir. Üst-benin yardımı yoluyla, henüz
bize karanlık kalan bir yolda, geçmiş çağların O’da birikmiş deneyimlerini
çekip çıkarır. [Bkz. yukarıda § II. 25.]
60[Bkz. ‘‘Bilinçaltı’’ (1915e), § V. 11 (s. 193).]
61[Bkz. ‘‘Ruhsal Olayların İki İlkesi’’ (1911b), § 6 (s. 38),
ve ‘‘Yadsıma’’ (1925h) § 7 (s. 440). ]
V. 24. O’nun içeriğinin benin içersine girebileceği
iki yol vardır. Biri doğrudandır, öteki ben-ideali üzerinden geçer, ve içeriğin
bu iki yoldan hangisini izlediği birçok ruhsal etkinlik için belirleyici
olabilir. Ben içgüdüleri algılamaktan onlara egemen olmaya, içgüdülere boyun
eğmekten onları engellemeye doğru gelişir. Bu başarımda aslında bölümsel olarak
O’nun içgüdü süreçlerine karşı bir tepki-oluşumu olan ben-idealinin güçlü bir
payı vardır. Ruhçözümleme benin O’ya karşı ilerleyen bir utku kazanmasını
olanaklı kılması gereken bir araçtır.
V. 25. Ama öte yandan aynı beni üçlü bir kölelik
altında ve dolayısıyla üç tehlikeden gelen gözdağı altında duran zavallı bir
şey olarak görürüz: Dışsal dünyadan, O’nun libidosundan, ve üst-benin
sertliğinden. Bu üç tür tehlikeye üç tür endişe karşılık düşer, çünkü endişe
tehlikeden geri çekilişin bir anlatımıdır. Bir sınır-varlığı olarak, ben O ve
dünya arasında aracılık etmeyi, O’yu dünya karşısında uysallaştırmayı, ve kas
eylemleri yoluyla dünyayı O’nın dileklerine uygun kılmayı ister. Aslında
çözümleme sağaltımı sırasındaki bir doktor gibi davranır, çünkü olgusal dünyaya
gösterdiği dikkatle, kendini O’ya bir libido nesnesi olarak önerir, ve O’nun
libidosunu kendi üzerine döndürmeyi ister. Yalnızca O’nun yardımcısı değil, ama
ayrıca onun boyun eğici bir kölesidir ki, efendisinin sevgisini kazanmaya
çabalar. Nerede olanaklıysa, O ile anlaşma içinde kalmayı ister, onun bç.siz buyruklarını öbç.li ussallaştırmaları ile örter,
O’nun katı ve dikbaşlı kaldığı yerde bile olgusallığın uyarılarına karşı O’nun
boyuneğdiği görünüşünü yaratır, O’nun olgusallık ile çatışmalarını, ve eğer
olanaklıysa, üst-ben ile çatışmalarını bile örtbas eder. O ve olgusallık
arasındaki orta konumunda sık sık yaltakçı, fırsatçı ve yalancı olma
kışkırtmasına yenik düşer — örneğin doğruyu görmesine karşın gene de kamu
oyunun gözünden düşmeyi istemeyen bir devletadamı gibi.
V. 26. İki içgüdü türü arasında benin tutumu yansız
değildir. Kendi özdeşleşme ve yüceltme emeği yoluyla, O’daki ölüm içgüdülerine
libido üzerinde üstünlük kazanmada yardım eder, ama böylelikle ölüm
içgüdülerinin nesnesi olma ve kendisinin yokedilmesi tehlikesi altına düşer.
Yardımda bulunabilme amacı uğruna, kendisi libido ile dolmak zorunda kalmıştır,
böylece Eros’un temsilcisi olur ve bundan böyle yaşamayı ve sevilmeyi ister.
V. 27. Ama benin yüceltme emeği içgüdülerin bir
ayrışmasında ve üst-bendeki saldırganlık içgüdülerinin salınışında sonuçlandığı
için, libidoya karşı savaşımı onu kötü davranış ve ölüm tehlikesi altına
düşürür. Üst-benin saldırıları altında acı çekerek ya da belki de giderek
onlara yenik düşerek, ben kendi yarattıkları bozulma ürünleri tarafından
yokedilen tek-gözecikliler62 gibi bir yazgı ile karşılaşır.
Üst-bende etkin olan ahlak ekonomik bakış açısından böyle bozulma ürünleri
olarak görünür.
62[Freud bu tek-gözeciklileri (protista) Haz İlkesinin Ötesi’nde tartıştı, bkz. § VI. 13 (s. 321). Bunlar şimdi ‘protista’ olarak olmaktan çok
‘protozoa’ olarak betimlenirler.]
V. 28. Benin bağımlılıkları arasında üst-bene olanlar
hiç kuşkusuz en ilginçleridir
V. 29. 63 Üç
yönden gelen tehlikenin gözdağı altında, ben gözdağı veren algıdan ya da O’da
benzer olarak değerlendirilen süreçten kendi yatırımını geri çekerek ve onu
endişe olarak yayarak kaçma-tepkesi geliştirir. Bu ilkel tepkinin yerine daha
sonra koruyucu yatırımın yerine getirilmesi geçer (fobi düzeneği). Benin dışsal
dünyadan ve O’daki libido tehlikesinden korktuğu şeyin ne olduğu belirlenemez;
biliyoruz ki korku ezilme ya da yokedilme korkusudur, ama çözümsel olarak
anlaşılamaz.64 Ben yalnızca haz ilkesinin uyarısına boyun eğer. Öte
yandan, benin üst-benden duyduğu endişenin, duyunç endişesinin arkasında neyin
gizlendiğini söyleyebiliriz.65 Ben-idealine dönen yüksek Varlık bir zamanlar
eneme gözdağını vermiştir ve bu eneme endişesi büyük bir olasılıkla çevresinde
sonraki duyunç endişesinin toplandığı çekirdektir; kendini duyunç endişesi
olarak sürdüren şey budur.
63[Aşağıda endişe konusu üzerine
yazılanlar Freud’un Engellemeler,
Belirtiler ve Endişe’de (1926d)
bildirilen gözden geçirilmiş görüşleri ile bağıntı içinde okunmalıdır, P.F.L., 10, 237 ss. Burada ele alınan noktaların pekçoğu orada daha öte
tartışılır.
64[Benin ‘‘ezilme’’si (Überwaltigung) kavramı Freud’un
yazılarında erken bir evrede görünür. Bkz. ‘‘Savunma Nöro-Psikozları’’ (1894a) üzerine ilk denemesinin II’nci
Bölümü. Ama Fließ mektuplaşmasında (Freud, 1950a) 1 Ocak 1896 tarihli Taslak K’da sinircelerin düzeneğini
tartışmasında belirgin bir rol oynar. Burada Engellemeler, Belirtiler ve Endişe’nin (1926d) ‘‘yaralayıcı durumu’’ ile açık bir
bağıntı vardır, P.F.L., 13, 326-8. Bkz. ayrıca Musa ve Tektanrıcılık’ta (1939a) Deneme II, P.F.L., 13,
321.]
65[‘Duyunç endişesi :: ‘Gewissenengs.’ Bu sözcüğün kullanımı
üzerine Editörün bir dipnotu
Engellemeler, Belirtiler ve Endişe (1926d), VII’nci Bölümde bulunacaktır, P.F.L., 10, 284 n. 1.]
V. 30. Kulağa etkileyici gelen o ‘Her endişe aslında
ölüm endişesidir’ önermesinin pek bir anlamı yoktur, ya da ne olursa olsun
aklanamaz.66 Tersine, ölüm endişesini nesne endişesinden (gerçek
endişeden) ve sinirceli libido-endişesinden ayırmak bana baştan sona doğru
görünür. Bu ruhçözümleme için güç bir sorun yaratır, çünkü ölüm olumsuz
içerikli soyut bir kavramdır ve ona karşılık düşen bilinçsiz bir terim
bulunamaz. Ölüm endişesinin düzeneği ancak benin narsissistik libido-yatırımını
çok büyük ölçüde salıvermesi, dolayısıyla kendisinden vazgeçmesi olabilir,
tıpkı daha başka endişe durumlarında bir başka nesneden vazgeçmesi gibi.
Kanımca ölüm endişesi ben ve üst-ben arasında yer alan birşeydir.
66[Bkz. Stekel (1908, 5).]
V. 31. Ölüm endişesinin iki koşul altında ortaya
çıktığını biliriz ki, bunlar daha başka endişe gelişimi durumları ile baştan
sona andırımlıdırlar: Birincisi, dışsal bir tehlikeye karşı tepki olarak, ve
ikincisi, örneğin melankolide olduğu gibi, bir içsel süreç olarak. Bir kez daha
sinirceli bir durum gerçek durumu anlamamıza yardım edebilir.
V. 32. Melankolide ölüm
endişesi yalnızca bir açıklamayı kabul eder: Ben kendinden vazgeçer çünkü
üst-benin ondan nefret ettiğini ve sevilmek yerine onun tarafından sürekli
izlendiğini duyumsar. Öyleyse ben için yaşam sevilmekle, burada yine O’nun
temsilcisi olarak ortaya çıkan üst-ben tarafından sevilmekle eş anlamlıdır.
Üst-ben daha önce baba tarafından ve daha sonra Kayra ya da Yazgı tarafından
yerine getirilen aynı koruma ve kurtarma işlevini yerine getirir. Ama ben
kendini aşırı ölçüde büyük bir gerçek tehlike içinde bulduğu ve kendi gücüyle
onun üstesinden gelemeyeceğine inandığı zaman, zorunlu olarak aynı vargıyı
çıkarır. Tüm koruyucu güçler tarafından terkedildiğini görür, ve kendini ölüme
bırakır. Bunun dışında, burada bir kez daha doğumu izleyen ilk büyük endişe
durumunun67 ve bebekte koruyucu anneden kopmanın yarattığı özlem-endişesinin68
temelinde yatan o aynı durum vardır.
67[Bu kavramın ortaya çıkışı üzerine
bir tartışma Engellemeler, Belirtiler
ve Endişe’ye (1926d),
Editörün Sunuşunda bulunacaktır, P.F.L.,
10, 234-6.]
68[Bu Engellemeler, Belirtiler ve Endişe’de (1926d) tartışılan ‘ayrılma endişesi’ni
önceler, P.F.L., 10, 309.]
V. 33. Bu açımlamalar temelinde ölüm endişesi de
tıpkı duyunç endişesi gibi eneme-endişesinin gelişmesi olarak anlaşılabilir.
Suçluluk duygusunun sinirceler için büyük önemi ortak sinirceli endişenin ağır
durumlarda ben ve üst-ben arasında endişe gelişimi yoluyla (eneme, duyunç, ölüm
endişeleri) bir güçlenmeye uğraması olgusunun anlaşılmasını sağlar.
V. 34. Sonunda kendisine geri döndüğümüz O’nun bene
sevgi ya da nefret göstermek için bir olanağı yoktur. Ne istediğini söyleyemez;
ortaya birleşmiş bir istenç çıkarmayı başarmış değildir. Eros ve ölüm igüdüsü
onda savaşırlar; bir içgüdünün ötekilere karşı hangi araçlarla direndiğini
gördük. O’yu sanki dilsiz ama güçlü ölüm içgüdülerinin egemenliği altında
duruyormuş gibi betimleyebilirdik — içgüdüler ki dinginlik içindedirler ve haz
ilkesinin kışkırtmasıyla ortalığı karıştıran Eros’u dinginliğe getirmeyi
isterler; ama korkarız bu Eros’un rolünü hafife almak olurdu.