28 Haziran 2014 Cumartesi

ARAŞTIRMA DOSYASI : İşte Türkiye’deki tarikat ve cemaatler !


arastirma-dosyasi--iste-turkiyedeki-tarikat-ve-cemaatler-
Adının açıklanmasını istemeyen bir arkadaşımızın hazırladığı dosyayı sizinle paylaşmak istiyoruz. Eksikler ve hatalar muhakkak vardır ama Türkiye de durum budur. Sakın vay canına! Demeyin çünkü sizler Atatürkçüyüm diye geçinip hiçbir şey yapmıyorken bu insanlar çalıştılar. Bugün içinde bulunulan durum onların değil,sizlerin eseridir,GURUR DUYUN!............
28 Haziran 2014 Cumartesi 17:57
İnançlı bir Müslüman olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ülkeye yaptığı en büyük hizmetlerinden biri nedir diye sorsanız, Tekke ve Zaviyeleri kaldırmasıdır derim! Siyasal İslamcıların hücum edeceği bu hükmümün gerekçesi, Atatürk eğer o Tekke ve Zaviyeleri kaldırmamış olsaydı, bugün Türkiye’de bırakın her şehir ya da semtte, her mahallede adına İslam denen farklı farklı dinlerin mevcut olacağıydı! 19. yüzyıldaki Tekke ve Zaviyeler hem emperyalizmin hem de din bezirganlarının kontrolüne geçmişti.. (YD Tekke ve zaviye zaten din bezirganlığıdır. Kuran'da böyle bir şey asla yok. S. Arabistan'da da) Mehdi Aleyhisselam Buradan hareketle de bendeniz Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslâm’ın temiz olarak yani bozulmadan muhafaza edilmesi bağlamında çok önemli bir işlev gördüğü kanaatindeyim. (YD: İdi. Oraya da ehil değil yandaşlar atandı MSP'den bu yana 40 yıldır. Özellikle AKP döneminde. Tam din ticareti. Bütün imam ve camileri (%98) politik dinciler oldular. Ön bahçe..) Tekke ve Zaviyelerin kaldırılıp yasaklanmasına ve Diyanet’in yol göstericiliğine rağmen maalesef yine de DP, özellikle AKP ile pek çok tarikat ve cemaat zuhur etmiştir ki bunlar yakından incelendiğinde görüleceği gibi tamamına yakını sadece amel konularında değil, iman konularında bile birbiriyle zıttırlar. İslâmi cemaatler ve tarikatlar olgusunu incelemiş ve bazılarını çok yakından gözlemlemiş biri olarak bunlarla ilgili tespitlerim şunlardır: 1) Bütün cemaatler kendi şeyhlerini (önderlerini) Peygamberimizin günümüzdeki vekili gibi görür. Bazılarının da Mehdi Aleyhisseam olduğuna inanılır. 2) Cemaatlerin hiç birinde bireysel irade ya da sorgulama yoktur. Şeyhin sözü Allah kelamı hükmündedir ve önderin emrini tartışan küfre girip dinden çıkar. 3) Cemaatlerin hiç biri birbirini sevmez ama açıktan birbirlerine düşmanlık yapmazlar.. Pek çok cemaat kendi dışındaki cemaatlerin şirkte (küfürde) olduğuna inanır. Gettolar ve holdingleşme 4) Cemaatlerin bazıları dış dinamiklerle yani yabancı istihbarat örgütleri ile irtibatlıdır. 5) Cemaatlerin geneli iktidar olanı destekler yani bunlar durakta beklemeyi sevmezler, gelen her otobüse binerler. 6) Her cemaatin kendi gettosu vardır, aralarında kız alıp verirler, alışverişleri ve arkadaşlıkları beraberdir. Buradan hareketle de bunların birbirinden kopması kolay değildir. 7) Pek çok cemaat son dönemde holdingleşmiştir.. Müritlerin yaptığı ticaret, topladığı kurban derisi ve zekatlar bu holdinglerin ana sermayesidir. Şeyh, parayı elinde tutanın gücü elinde tuttuğunu bilir ve yönetimi çocukları dışında hiç kimse ile paylaşmaz. 8) Cemaatlerin hedef kitlesi daha ziyade çocuk ve gençlerdir. Bunlarla önce arkadaşlık edilir, akabinde kendi sosyal çevrelerine sokularak ona kişilik verilir ve dini hassasiyetleri de kullanılarak saflara alınır. Yurtlar, dershaneler, okullar temel alanlarıdır. 9) Bütün cemaatlerde şeyhin akşam namazını Kabe’de yatsıyı da Mescid-i Aksa’da kıldığına inanılır. Şeyhlerinin evliyalıklarına imanları Allah’a imanları gibidir. 10) İstisnasız bütün cemaatlerde şeyh emreder, müritler zerre sorgulamaksızın emredilen yere eksiksiz oy verir. Bürokrasideki müritler! 11) Bürokrasideki müridin şeyhe bilgi taşıması ve istediğini yapması Uhud Gazasında cenk yapması gibidir yani bilgi getiren ve icraat yapan peşin olarak şehit ilan edilir. 12) Cemaatlerin tamamına yakınında müritler cennete ancak şeyhlerinin himmetiyle girebileceklerine inanırlar. Önderlerini ahiretlerinin sigortası olarak görürler. 13) Pek çok cemaatin kendine göre İslâm’a hizmet şekli vardır. Kimi Kur’an öğretmenin tek yol olduğuna inanır, kimi dış dünyaya İslâm’ı anlatan kitap gönderir, kimi tebliğ yapar, kimi bürokrasiye girer, kimi okul ya da dershane açar, kimi siyaseti etkilemeyi olmazsa olmaz görür. 14) AKP öncesine kadar cemaatlerin yüzde 70’i İslâmcı partilere oy vermezdi. Bugün AKP’ye militanlık yapan pek çok cemaat ve İslâmcı gurup 90’lı yıllarda Tayyip Erdoğan’ın küfürde olduğuna inanır ve bunu kendi müritlerine açıktan söylerlerdi. Bugün ise bu cemaat ve tarikatların yüzde 90’ı Erdoğan’ın militanı konumundadır. Sayıları ne kadar? 15) Bazı cemaat mensuplarının yurt dışındaki bankalarda büyük paraları ve muhtelif ülkelerde gayrı menkulleri vardır. 16) Cemaat ve tarikat guruplarına mensup olanların sayıları ise çok çok abartılmaktadır. Bütün bu cemaatlere mensup olanlar kesinlikle 1 milyonun üstünde değildir ancak etkilidirler. 17) Tamamı değil ama bu cemaatlerin bazılarına göre Türkiye bugün Dar-ül Harp yanı kafir devleti konumundadır ve bu düzende devletten çalmak ve onunla mücadele etmek ibadettir. (YD: Şimdi anladınız mı hem devlet ol hem yolsuzluk kaynağının nedeni. Tabii bütün bunlar kişisel maddi ve manevi saltanatları içindir; şeylerin ki de..) 18) Bir kaçı hariç cemaatlerin siyasi bir projesi yani Devleti ele geçirmek gibi bir gayesi yoktur. 19) Cemaatler konusunda zannedilenin aksine TSK’dan ziyade MİT daha çok bilgi sahibidir ve pek çok mensubu bu cemaatlerin içindedir. 20) Hepsi değil ama pek çok cemaatin bilinçaltında askere ve Atatürk’e karşı büyük bir kin ve öfke vardır. NAKŞİBENDİ TARİKATININ TÜRKİYE’DEKİ TEMSİLCİLERİ (Nakşbendiyye, Osmanlıca: ﻧﻘﺸﺒﻨﺪﻴﻪ), Abdulhalik-ıl Güjdevani tarafından sistemleştirilen, Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi‘nin isim babası olduğu İslâm dini tarikâtı. “Nâkış yapan” anlamına gelen Nakşibend; Nakşibendi mürşitlerinin, kalbi dünyadan ahirete bağladığı düşünüldüğü için bu adı almıştır.) Bir Nakşibendiler ülkesi olan Türkiye’de bu tarikatın günümüzde önemli birçok merkezleri vardır. Tarikatlar yasaklı olmalarına rağmen bu merkezler çok canlı ve hareketli biçimde faaliyetlerini sürdürmektedirler. Hatta bunlardan bazıları derin devletin desteğinde resmi ideolojiye büyük hizmetlerde bile bulunmaktadır. Bunlardan bazıları, yalnızca cemaat şeyhinin adıyla, bazıları ise bulunduğu mekânın adıyla ünlenmiştir. Türkiye’deki başlıca 16 Nakşibendi Merkez ve cemaati vardır, bunların adları Şöyledir: 1) Palulu Şeyh Said ve Cemaati; Bu şahıs, Ankara’da dönemin derin devleti tarafından organize edilen bir komplo senaryosunda, meselenin farkına varmadan adeta bir figüran olarak rol aldı ve 29 Haziran 1925 Pazartesi sabahı Diyarbakır’da idam edildi. Ondan sonra kendisini ve cemaatini Oğlu Ali Rıza temsil etti. Politikacılardan Abdulmelik Fırat ve Fuat Fırat bu şahsın torunları Olurlar. Erzurum, Bingöl, Elazığ interlandında Septioğulları adıyla tanınan ünlü bir sülaleden gelirler. Halen geniş bir tarikat muhitleri vardır. Bu muhiti mistik planda temsil eden Şeyh Muhammed Emin’dir. 2) Arvasiler: Bunlar Kürtleşmiş Arap kökenli, geniş bir Nakşibendi site ailesidir. Politikacı Kamran İnan’ın büyük babası Gaydalı Sıbgatullah Arvasi bu ailenin, Cumhuriyetten önceki temsilcisidir. Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’a gelip yerleşen Abdülhakim Arvasi, Hüseyin Hilmi Işık ve Necip Fazıl Kısakürek gibi iki becerikli kişiyi oldukça etkilemiş ve bu sayede büyük bir ün kazanmıştır. 3) Tağiler Ailesi: Bitlis’in Norşin ilçesinde kurulan ve 1800’lerin ortalarından beri çok kalabalık bir site olarak varlığını sürdüren bu aile, son yıllarda dağıldı. Bir ara Bitlis Milletvekili olarak meclise giren Muhittin Mutlu bu ailenin çocuğudur. Kürt kökenli Tağiler, oldukça gelenekçi bir Nakşibendi merkezi olarak faaliyetlerini sürdürdüler. Bu aile Arvasilerin temsilcileridir. 4) Küfreviler: Bu ailenin şeyh sıfatıyla son temsilcisi Kasım Kufralı ( ya da Küfrevî) idi. Bu şahıs Aslen Siirt’in Şirvan (Eski adıyla Kufra) ilçesinden Kürt kökenli Muhammed Küfrevî’nin torunudur. Şeyh Abdulbaki’nin oğludur. Demokrat Parti’den Ağrı Milletvekili orak Meclise girmiştir. Günümüzde hayatta değildir ve halefi yoktur. 5) Süleymancılar: Bunlar, Süleyman Hilmi Tunahan’ın bağlılarıdır. Yıllar önce İmam-Hatip okullarına karşı çetin bir savaş verdiler. Daha çok Kur’an ezberlettirme amacıyla örgütlendiklerini ön plana çıkararak esas faaliyetlerini örtülü şekilde sürdürmeye çalıştılar. 6) İskender Paşalılar: Bunlar, Mehmet Zahit Kotku’nun bağlılarıdır. İlk yıllarda Dağıstanlılar olarak yapılanan bu cemaat, daha sonraları karma bir liberal, muhafazakâr entelektüel çevreye dönüşmüştür. Son yıllarda bu şahsı ve cemaatini Mahmud Esad Coşan temsil etmiştir. 7) Darendeli Osman Hulusi’nin cemaati. Bu şeyh ve cemaati fazla ünlenmemiştir. 8) Ahıskalı Ali Haydar’ın cemaati. Son yıllarda bu şahsı ve cemaatini Mahmud Ustaosmanoğlu temsil etmiştir. Bu cemaatin merkezi, İstanbul’da Draman mevkiindeki İsmailağa Camiidir. 9) Şeyh Said Seyda el-Cezeri. Cizreli Şeyh Sayda olarak ünlenen bu şahıs, Güneydoğu’da tanınan Zengân Kürt aşiretine mensuptur. Şu anda onu, İstanbul-Küçükyalı’da oturan oğlu Ömer Faruk temsil etmektedir. Güneydoğuda ve İstanbul’da bir miktar müritleri vardır. 10) İsmail Hakkı Ehramcıoğlu. Bu şahıs 1960’larda Sivas, Tokat ve Amasya havalisinde bir muhit kazanmıştı. Propagandistleri pek başarılı olamadıkları için, son yıllarda bu kişiye bağlı cemaat sönmeye yüz tutmuştur. 11) Zilanlılar: Bu aileyi, yakın geçmişe kadar Kasım Zeylan adında bir kişi temsil ediyordu. Diyarbakır civarında faaliyet gösteren bu şahıs Şeyh Halid-i Zili’nin torunudur. Bir ara İstanbulda’ Sankiyedim Camii eski imamı Mehmet Emin aracılığıyla bir muhit kazanmıştı. Kasım Zeylan öldükten sonra, kendisini oğlu Abdulkerim Zeylan temsil etti. Abdülkerim Zeylan, bir dönem milletveklliği de yaptı. İstanbul’daki temsilcisi, Mehmet Emin öldükten sonra Zeylanların buradaki cemaati sönmüştür. 12) Hazinoğulları: Bu aileyi, yakın geçmişte ölen, Muhammet Musa Kâzım temsil ediyordu. Bu şahıs, Arap kökenli Siirt’li Şeyh Muhammed el-Hazin el-Haşimî’nin torunu ve Milis Generali Şeyh Şerafeddin’in’in oğludur. Bu aileye bağlı cemaatin hemen tamamı Kürttür ve çok dağınıktır. Müritleri, daha çok Siirt Bitlis, Ankara, Bursa ve İstanbul’da bulunmaktadırlar. Aileyi ve cemaati bugün ciddi anlamda temsil eden biri yoktur. 13) Yahyalı Cemaati: Kayseri civarında faaliyet gösteren bu merkezi, Ramazan Dinç adında ilahiyatçı bir Nakşibendi şeyhi yönetmektedir. Bu cemaat fazla açılamamıştır. 14) Mahmut Sami Ramazanoğlu Cemaati: Son yıllarda Musa Topbaş adında bir tüccar yönetiyordu. Merkezleri Erenköy’de olan bu cemaat daha çok ticaret erbabından oluşmaktadır. 15) Akfırat Cemaati: Tuzla’nın Akfırat Beldesi’nde faaliyet gösteren bu merkezin şeyhi, geçen yıl bir skandala konu olan Yaşar Yılmaz adında bir kişidir. Olay medyada geniş yankı uyandırmıştır. 16) Derin Sofular Cemaati: Fısıltı gazetesinde, Derin devletle işbirliği içinde olduğu ileri sürülen ve bu lakapla anılan cemaat, Ömer Öngüt adında bir kişi tarafından yönetilmektedir. Sakarya’da konuşlandırılan ve İstanbul’da Hakikat Neşriyat adı altında yayın yapan bu merkez, rejime muhalif olan Nakşibendilere karşı şiddetli bir savaş sürdürmektedir. “Mevlana” mahlasını kullanan Halid-i Bağdadi’ye bağlı Türkiye’de dört büyük Nakşibendi tekkesi daha vardır: 1) Gümüşhanevi Tekkesi: Kurucusu Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’ydi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Recai Kutan, Ömer Dinçer, Bülent Arınç, Kemal Unakıtan, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi onlarca siyasi isim bu tekkeye bağlı. 2) İsmet Efendi Tekkesi: Kurucusu Yanya Mahkeme-i Şeriyesi Kátibi Mustafa İsmet Garibullah Yanyevi’ydi. Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Tophane Müşiri Mustafa Zeki Paşa gibi Osmanlı devlet adamları ve bürokratları bu tekkenin müridiydi. 3) Kelami Dergáhı: Önceleri Kadiri olan tekke, Muhammed Esad Erbili’den sonra Nakşibendi-Halidiye ekolüne dahil oldu. Menemen Olayları davası sırasında ölünce dergáhın başına Osman Nuri Topbaş geçti. MSP’li Tahir Büyükkörükçü gibi siyasiler ile bazı ünlü işadamları da bu dergáha bağlıydı. 4) Kaşgari Tekkesi: Kurucusu Şeyh Şefik Arvasi’ydi. Tekkeyi büyüten İstanbul Sultanahmet Camii imamı Abdülhakim Arvasi’ydi. Tekkenin son şeyhi Ahmet Mekki Arvasi’nin, İhlas Holding sahibi Enver Ören’in kayınpederi Hüseyin Hilmi Işık’a irşad müsaadesi verip vermediği halen tartışılmaktadır. Şeyh Şefik Arvasi’nin torunu Didar Hanım, Yusuf Bozkurt Özal’ın oğluyla evlidir. HALİD-İ BAĞDADİ Bugün Türkiye’nin en büyük sorunu olan Kürt isyanlarının başlangıç tarihi 19. yüzyıldır. Osmanlı Devleti’nin zayıflığını fark eder hale gelen tebaa halklar, birer birer isyan ettiler. Ancak Osmanlı yüzlerce yıllık askeri ve siyasi geleneğe sahip bir miras üzerinde oturuyordu. Kendisini imparator yapan özelliklerini/ faziletlerini tamamen kaybetmemişti. Tanzimat ile önce sivil-askeri reformları gerçekleştirdi. Ardından, giderek güvenilmez olan ve çıkardığı isyanlarla tehlike oluşturan, yarı-otonom Kürt derebeylerinin (ayan) ortadan kaldırılmasına karar verdi. Kuzey Irak’taki, Soran Emirliği’ni (1834), Bahdinan Emirliği’ni (1839), Botan Emirliği’ni (1847) ve Baban Emirliği’ni (1850) sindirdi. Osmanlı, yarı-otonom Kürt beyliklerini dağıtıp bölgenin siyasi yapısını değiştirirken, aynı dönemde bölgede dinsel açıdan bir başka değişim daha yaşandı. Bu değişimin öncüsü bir din adamıydı: Şeyh Halid-i Bağdadi. Nakşibendi – Halid-i Şeyhliği ; Şeyh Halid-i Bağdadi, 1779′da Kuzey Irak-Süleymaniye’de doğdu. Babası Pir Mikail bölgenin en büyük Kürt aşireti Caf’a mensuptu. Bağdadi’nin soyunun baba tarafından Hz. Osman’a ulaştığı rivayet ediliyordu. (İlginçtir; bölgedeki Kürt şeyhler “kutsal soy aristokrasisine” girebilmek için soylarını hep Hz. Muhammed’in ailesi Ehl-i Beyit’e dayandırmaya çalışırlar. Ama diğer yandan Kürt olduklarına da vurgu yaparlar! Neyse.) Şeyh Halid, Kuzey Irak’ın en güçlü alim ailelerinden, Kadiri Berzenci Ailesi’nden dersler aldı. Daha sonra Bağdat’a gitti. Hocası Şeyh Abdülkerim Berzenci’nin vefat etmesi üzerine, onun Süleymaniye’deki medresesinin sorumluluğunu aldı. 1809′da Süleymaniye’yi ziyaret eden Mirza Rahimullah Azimabadi adındaki Hindistanlı bir derviş hayatını değiştirdi. Onun önerisiyle, Hindistan’a gidip Nakşibendi Şeyhi Abdullahi Dehlevi’den el aldı. Süleymaniye’ye Dehlevi’nin halifesi olarak döndü. Yani artık Kadiri değil, Nakşibendi’ydi. (YD: Çoğu Kürt.. Kişisel saltanatları yanında Kürt milliyetçiliği de etkili..) Gelelim Türkiye’deki tarikat ve cemaat guruplarının son yıllardaki belli başlılarına: 1) İsmail Ağa Cemaati (Önderi Mahmut Ustaosmanoğlu) 2) Fetullah Gülen Gurubu 3) İskender Paşa Cemaati. (Zahit Koktu, Esat Coşan ve şimdi oğlu Nurettin Coşan) 4) Erenköy Cemaati (Muradiye Vakfı) Önderleri: Tahir Büyükkörükçü, Ahmet Taşgetiren ve Topbaşlar 5) Süleymancılar. Önderleri: Kemal Kaçar’ın torunları Denizongun kardeşler. 6) İhlascılar (Enver Ören) 7) Kırkıncı Hoca ve Yazıcılar gibi diğer Nurcu guruplar 8) Nakşibendi Yahyalı Cemaatı…. Önderi Ramazan Dinç. 9) Melamiler. Önderi: Ahmet Arslan. 10) Hakikatçiler: Önderi: Ömer Öngüt. 11) Hazneviler: Önderi: Muhammet Muta Haznevi 12) Menzilciler: Önderi: Abdulbaki Erol. 13) İcmalciler. Önderi: Prof. Haydar Baş. 14) Uşşakiler. Önderi: Fatih Nurullah. 15) Cerrahiler Önderi: Ahmet Misbah Ermenkul. 16) Kadiri Muhammediye: Önderi Muhammet Ustaoğlu. 17) Hizbül Tahrir. 18) Tillocular 19) Galibiler. Önderleri Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu 20) Halveti Tarikatının Şabaniye kolu Bu cemaat ve tarikat guruplarının dışında Adnan Oktar’dan Mustafa İslamoğlu’nun sevenlerine kadar son dönem öne çıkan bazı İslami çevrelerin varlığı da biliniyor ki bunların sayıları da hayli fazla. Samimi olanlar! Kuşkusuz bütün bu gurupların tamamı için din tüccarı, güdümlü ya da küfürde demek mümkün değildir. Aralarında samimi olanlar az da olsa vardır.

ISID ve EL NUSRA, AKP nin Askeri Kanadıdır

Not:İmla hatalarına bile dokunmadan yayınlıyorum.

ISID ve EL Nusra AKP nin Askeri Kanadıdr. Bunlar hic bir zaman ABD ve Israil e karsi eylem yapmamislardir. Bizzat  AKP gibi Musluman ulkelerde, Kaos cikarma, Halki terorize etme, Muslumanlari bombalama, Musluman degerlerini yok etme ve insanlik disi infaz eylemleri ile sunni mezhebinide kullanarak aynen AKP gibi Alevi, Sii, Iran, Turk dusmanligi uzerine stratejisini ureterek hareket etmektedir. AKP tarafindan palazlandirilmislardir. AKP nin mezhepci dusmanlik yaratarak saldirilariyla bire bir ortusen eylemlilikleri, ideolojik yapilari birdir. ABD ve Israil bu yapiyi Ortadogu ve dunyadaki muslumanlari ve devletleri  mezhep ekseninde bolmek ve parcalamak ve zayif dusurmek, devletlerini imha etmek icin kullanmaktadir. Bunu bu son gelismelerlede inceledigimizde durum gun yuzune cikmaktadir. Son Suriye ve Irak saldirisi ile AKP bir teror orgutu niteligi kazanmistir. Yani AKP, El Nusra ve ISID ayni PKK. PYD, HDP ve BDP ne ise o anlamda oda budur. Yani AKP, ISID ve El Nusra ayni orguttur. Su an T.C. Yonetmekte ve Suriye ve Irakida kendilerine katmak icin harekete gecmislerdir. Bolgedeki Iran, Suriye , Lubnan Hizbullahi, Iraktaki Iraki gucler ve Turkiyedeki T.C. yanlisi laik gucler, ataturkcu Sunniler,  Aleviler, Caferiler,  Kurtlerin T.C. yanlisi olan  buyuk bir kesimi bu gidisata dur diyecek olanagi cikartana kadar, El Nusra, ISID yani AKP Turkiye ve bolgenin basina bela olmakdan baska bir is yapmayacaklardir. AKP yi yoneten kadro, hem Sunni hemde Alevi, Sii ve tutucu dindar kesmin dusmani olan bir yapi yani muslumanligin dusmani olarak tarihde yerini almistir. Kan, Kin, Katliam,. Soykirim, Kaos ve nefretten beslenmektedir. Buna karsi  mezhepleri ne olursa olsun Tum Muslumanlarin ve bolgedeki diger dini, etnik, milli ve siyasi-ideolojik yapilarin birlikte hareket ederek AKP, yani El Nusra ve ISID belasindan kurtulmalari gerekir.

Saygilarimla
Sefa M. Yurukel
Turklere Soykirimlari Arastirmalar Vakfi Baskani
Hiollanda. 

26 Haziran 2014 Perşembe

TÜRKİYE-AB GERİ KABUL ANLAŞMASI, TBMM GENEL KURULU’NDA ONAYLANDI


Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
 

Ülkelerin hemen her yerde büyüyen sorunu haline gelen uluslararası düzensiz göç ile mücadelede etkin bir araç olan geri kabul anlaşmasının, Avrupa Parlamentosu’nun ardından, 25 Haziran 2014 tarihinde TBMM tarafından da onaylanmasını memnuniyetle karşılıyoruz. Hiç şüphesiz modern sınır yönetimi anlayışının bir gereği olarak geri kabul, düzensiz ve yasadışı göç ile mücadele edilmesi, bu sayede sınırlar içerisinde ve dışarısında güvenliğin tesisi açısından  tüm ülkeler için büyük önem arz eden ve kurulması gerekli olan bir mekanizmadır. Türkiye özellikle bu sıkıntıyı bulunduğu coğrafya itibariyle her geçen gün daha da fazla artarak yaşamaktadır.
Müzakereleri 10 yıldan fazla süren ve taraflar arasında 16 Aralık 2013 tarihinde imzalanan Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması, yasadışı yollarla Türkiye üzerinden AB üye ülke topraklarına giren mültecilerin Türkiye’ye iadesini öngörüyor. Kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından en az 3 yıl sonra, Türkiye üzerinden AB’ye giriş yapmış olan mültecilerin Türkiye’ye geri iadesine başlanacak. 
Bu ilk başta bazı sıkıntıları da gündeme getirecektir ancak kararların istikrarlı şekilde uygulanması Türkiye’nin de uluslar arası çıkarları adına faydalıdır.
Bu anlaşma bazı çevreler tarafından da “Lozan Mübadelesi”ile karşılaştırılmaya çalışılmaktadır.
Bende 3. Kuşak Lozan Mübadili olduğum için tarihte hiçbir örneği olmamış ve olmayacak bir Mübadele’nin bu ve buna benzer anlaşmalarla uzaktan yakından ilgisinin olmadığının bilinmesini isterim.
 
TÜRKİYE-AB GERİ KABUL ANLAŞMASI HAKKINDA DOĞRU BİLİNEN 8 YANLIŞ
Bu nokta da uzmanlarında atladığı bazı konular var dolayısıyla ABtarafından her gelen şeye ön yargı ile yaklaşır olduk.
Bunun içinde konuyu biraz açmamız gerekmektedir.Unutulmamalıdır ki bunlar benim görüşlerimdir ve karşı tezlerde olacaktır.Amaç tu kaka demeden konunun paydaşı olabilmekte…
1-“GERİ KABUL ANLAŞMASI HEMEN YÜRÜRLÜĞE GİRECEK”
Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması hemen yürürlüğe girmeyecek. Bilindiği üzere söz konusu
Anlaşma 16 Aralık 2013 tarihinde taraflar arasında imzalanmış, 7 Mart 2014 tarihinde
Avrupa Parlamentosu tarafından onandıktan  sonra 7 Mayıs tarihinde Bakanlar Konseyi
tarafından da onaylanmıştır. 25 Haziran 2014 tarihinde ise TBMM Genel Kurulu’nda
görüşüldükten sonra oylanması beklenmektedir. . Onaylanmasını takiben Anlaşmanın,
Resmi Gazete’de yayımlanmasının ardından üç yıllık bir geçiş dönemi yaşanacaktır. Bu
geçiş döneminde Türkiye ve AB, yasadışı yollarla AB’de bulunan mültecilerin karşılıklı geri
kabulüne ilişkin gerekli altyapı ve işbirliği mekanizmalarını oluşturacaktır. Başka bir
deyişle AB’den Türkiye’ye ilk iadeler, 3 yıl sonrasında gerçekleşecektir.
2-“AB ÜLKELERİNDEKİ TÜM YASADIŞI GÖÇMENLER TÜRKİYE’YE GELECEK”
Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması, Türkiye üzerinden AB ülkelerine geçen yasadışı Türk
göçmenleri; Türkiye’yi transit ülke olarak kullanarak AB ülkelerine geçen üçüncü ülke
vatandaşlarını ve giriş sırasında gerekli şartları yerine getirmiş olsa da  sonrasında bu
şartları taşımayan Türkiye vatandaşlarını kapsar. Özellikle ikinci kategoride bulunan
üçüncü ülke vatandaşlarının  iadesi için ise, kaynak  üçüncü  ülke ile Türkiye arasında ikili
geri kabul anlaşmasının  imzalanmış olması gerekmektedir. Başka bir deyişle, AB’de
yasadışı yollarla bulunan tüm göçmenlerin Türkiye’ye iadesi söz konusu değildir.
3-“GERİ KABUL SONRASINDA YÜZBİNLERCE MÜLTECİ TÜRKİYE’YE GELECEK”
Sadece FRONTEX’in 2013 yılı rakamlarına göre, AB’ye yasadışı girişlerde kullanılan 5 ayrı
rotada yaklaşık 90.000 mülteci AB’ye yasadışı yollarla giriş yapmıştır. Bu rakam içerisinde
Türkiye’den AB’ye yasadışı yollarla giren mülteci sayısı 24.000 civarındadır. Başka bir
deyişle, AB’ye olan yasadışı göçün sadece ¼’ü Türkiye üzerinden yapılmaktadır. Ayrıca bu
rakam yıllar içerisinde sürekli bir düşüş grafiği sergilemektedir. Türkiye’nin de bulunduğu
Doğu Akdeniz Yolundan 2010 yılında 55.688; 2011 yılında 57.025; 2012 yılında 37.224 ve
2013 yılında 24.799 mülteci AB’ye yasadışı yollarla geçiş yapmıştır. Türkiye ve AB arasında
sınır kontrolü kapsamında gerçekleştirilen ortak faaliyetler ile bu rakam 2013 yılı
itibariyle düşüş eğilimi göstermeye başlamıştır. Dolayısıyla geri kabul anlaşmasının
yürürlüğe girmesiyle birlikte, endişe uyandıran yüz binlerce mültecinin Türkiye’ye iadesi
söz konusu değildir. Ayrıca Türkiye’nin sınır yönetimini güçlendirmesine ve entegre bir
sınır yönetimi sistemi oluşturmasına paralel olarak Türkiye üzerinden yasadışı olarak
AB’ye girişlerde düşüşün artarak sürmesi beklenmektedir. Bu konudaki endişeleri giderecek bir başka veri ise Türkiye ile Yunanistan arasında son 10
yıldır var olan geri kabul anlaşması çerçevesinde elde edilen rakamlardır. Türkiye ile
Yunanistan arasında imzalanan karşılıklı geri kabul anlaşması, Nisan 2002’den bu yana
yürürlükte olmakla birlikte, 2002-2011 yılları arasında, neredeyse tamamı üçüncü ülke
vatandaşlarına ait toplam 101.500 geri kabul talebini Türkiye’ye ileten Yunanistan’ın bu
talebine karşılık Türkiye, sadece 11.500 başvuruyu kabul etmiştir. Bu rakam yılda ortalama
1.200 başvuruya denk gelmekte olup  geri kabul konusunda Yunanistan’dan Türkiye’ye
daha az talebin geleceği varsayımını güçlendirmektedir.
4-“GERİ KABUL ANLAŞMASI İLE BİRLİKTE, AVRUPA’DA YAŞAYAN TÜRK
VATANDAŞLARI TÜRKİYE’YE GERİ GÖNDERİLECEK”
Türkiye ile AB arasında imzalanan geri kabul anlaşması sadece AB Üye Devletlerinde
yasadışı olarak ikamet eden Türk vatandaşlarının, ispat edildiği takdirde Türkiye’ye iade
edilmesini öngörmektedir. Hâlihazırda AB üye ülkelerinde yasal yollar ile ikamet eden Türk
vatandaşları anlaşmanın kapsamının dışındadırlar. Bunun için bazı kişiler ortalığı bulandırmaya çalışacaklardır ama korkulacak bir şey olmadığı bilinmelidir.
5-“GERİ KABULÜN TÜM MALİYETİNİ TÜRKİYE KARŞILAYACAK”
AB’nin geri kabul anlaşması imzaladığı diğer üçüncü ülkeler gibi Türkiye de, yasadışı
mültecilerin geri kabulüne ilişkin AB fonlarından yararlanma  imkânına sahip olacak. AB
fonları  tüm bu hazırlık aşamasında Türkiye’nin üzerindeki maddi yükü azaltırken Türkiye,
AB’nin yasadışı göçmenlerin geri kabulü için ayırdığı maddi imkânlardan yararlanacak.
AB’nin 2008-2013 yılları arasında Avrupa Geri Dönüş Fonu (European Return Fund)
kapsamında 676 milyon avro maddi kaynak sağladığı düşünüldüğünde, yeni programda
Türkiye için de önemli bir kaynak sağlanması söz konusu olacak.
Siyasetçilerimiz bunu bir Popülizm aracı olarak kullanıpta faturayı bizlere çıkarırlarsa ona söyleyecek sözümüz yok.
6-“GERİ KABUL ETMEMEK GİBİ BİR İHTİMAL YOK”
Anlaşma yürürlüğe girdikten sonra başlayacak ve yaklaşık üç yıl sürecek hazırlık süreci
sonrasında, ilk geri kabuller başlayacak. Bunu takiben altı ay süresince bir pilot uygulama
gerçekleşecek. Bu süre zarfında Türkiye, vatandaşları için vize muafiyeti konusunda AB’den
gerekli adımları göremezse, geri kabul anlaşmasını fesih hakkını kullanacak. Bunun la
birlikte Türkiye’nin AB’den göçmenleri kabul etmesi için, söz konusu göçmenlerin AB’ye
girerken Türkiye üzerinden geçtiğinin iki tarafın da yer alacağı bir Komite tarafından kabul
edilmesi gerekecek. Dolayısıyla AB’nin Türkiye’ye tek taraflı olarak, herhangi bir belgeye
dayanmaksızın yasadışı göçmenleri  iade etmesi söz konusu olmayacak. Burada gri olan bölge yine siyasetçilerimizin yaklaşımı olacaktır.
 
 7-“TÜRK VATANDAŞLARI İÇİN VİZESİZ AVRUPA GERÇEKLEŞEMEYECEK”
Türk vatandaşlarına yönelik vize serbestliği diyaloğunun önemli bir bileşeni olan geri kabul
anlaşmasının imzalanıp, onaylanması kamuoyunda “geri kabule karşılık vize serbestliği”
şeklinde algılanmaktadır. Aslında AB, 2000’li yılların başından bu yana başta Batı Balkan
ülkeleri olmak üzere, adalet, içişleri ve güvenlik alanlarında komşu coğrafyalarda
yürüttüğü müzakere sürecinin bir benzerini de  aday ülke Türkiye için yürütmektedir.
Aralık 2013 tarihinde resmiyet kazanan Türk vatandaşlarına yönelik vize serbestliği yol
Haritasının  içeriği   bunun en önemli kanıtı.   Dolayısıyla Türkiye’nin geri kabul alanında göstereceği performans vatandaşlarının vizesiz Avrupa hedefine ulaşmasında yol gösterici olacaktır.
8-“VİZESİZ AVRUPA İÇİN 3 YIL DAHA BEKLEMEMİZ LAZIM”
Türkiye halihazırda 2010 yılından bu yana gerçekleştirdiği çalışmalar ile onaylanan Geri
Kabul Anlaşması ve Aralık 2013 tarihinde resmiyet kazanan vize serbestliği yol haritasında
öngörülen kriterlerin birçoğunda ilerleme sağlamıştır.   Türkiye Avrupa Komisyonu’ndan, 3 yıldan önce yani geri kabulün başlamasından önce bir değerlendirme yapmasını isteyebilir. Bunun neticesinde,Avrupa Parlamentosu ve AB Konseyi’nin, en geç altı ay içerisinde Türk vatandaşlarına uygulanan vizenin kaldırılmasına yönelik, oylama yapması gerekmektedir. Böylece Türkiye, daha ilk geri kabuller Türkiye’ye ulaşmadan vatandaşları için vize serbestliği hakkını elde edebilir.
Burada Dışişleri Bakanlığı’na ve ilgili diğer bakanlıklara çok fazla görev düşmekte bu süreci lehimize tamamlamayı ümit ediyorum… 

http://www.egehabercisi.com/makale/muzaffer-donmez/turkiye-ab-geri-kabul-anlasmasi-tbmm-genel-kurulunda-onaylandi/146.html

25 Haziran 2014 Çarşamba

SOKRATES’İN 3'LÜ FİLİTRESİ




















Eski Yunanda, Sokrat sadece bir filozof değil,
sevilen ve çok sayılan bir kişilikti.
Bir gün bir dostu büyük filozofa dedi ki:

- Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?
— Bir dakika dedi Sokrat. Bana bir şey söylemeden önce seni küçük bir
sınamadan geçirmeni istiyorum.

Üç farklı sınama...

Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya
başlamadan önce ne söyleyeceğini
sınamak, iyi bir düşünce olabilir.

Birincisi Gerçek Süzgeci ;
Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla
gerçek olduğundan emin misin?
— Hayır, dedi adam Aslında bunu sadece duydum
ve....
— Tamam, dedi Sokrat Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup
olmadığını bilmiyorsun.

Şimdi ikinci sınamayı deneyelim,
İyilik Süzgecini…
Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?
— Hayır, tam tersi...
— Öyleyse, diye devam etti Sokrat.

Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek
istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de yoluna devam edebilirsin.
Çünkü geride bir sınaman daha var.

Bu da Yararlılık Süzgeci…
bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?
— Hayır, gerçekten pek değil.
— Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi
değilse ve işe yararlı-faydalı değilse bana niye
söyleyesin ki?

24 Haziran 2014 Salı

Garcia’ya Götürülecek Mektup!


Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
1904 Rus-Japon harbinden önceydi. Amerikan gazetelerinin birinde “Garcia’ya Götürülecek Mektup” başlıklı bir yazı çıktı. Yazan tanınmamış bir muhabirdi. Fakat bu kısa yazının anlattığı gerçekler, yüzlerce kitapla anlatılanlardan daha derin, daha özlü idi. Yazı tesadüfen Çarlık Rusya’sının Demiryolları Nazırı’nın eline geçti. Nazır, bütün memurlarının bu yazının kopyasını yanlarında taşımasını sağladı. O sırada Rus-Japon savaşı başladı. Japonlar esir ettikleri Rus demiryolları mensuplarının hepsinin üzerinde bu yazıyı görerek meraka düştüler. Japon Maarif Nezareti bu yazıyı inceledikten sonra birer nüshasının bütün Japon yurttaşlarının okuyup yanlarında taşımalarını emretti. Bu yazı şimdi Birleşik Amerika’da bütün kara ve deniz kuvvetleri mensuplarına ve izcilere verilmektedir. Bu bir gelenek olmuştur. Amerika Kurtuluş Savaşı’nın bir safhasında İspanya Sömürge Ordusunu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia’nın ordusuna talimat göndermek icabetti. Cumhurbaşkanı Mc Kinley, General Garcia’ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık Karargâhında Garcia hakkında bilgi yoktu. Neredeydi? Nasıl gidilirdi? Hepsi meçhuldü. Mektubu götürmeye Teğmen Rowan görevlendirildi. Teğmen Rowan mektubu aldı, torbasına koydu, gitti, döndü ve tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı. Teğmen Rowan mektubu alınca: “Bu Garcia da kimdir? Nerede bulunuyor? Oraya nasıl gidilir? Atla mı, trenle mi? Harcırahımı kim verecek? Arkadaşım Thomas ata daha iyi biner, onu gönderseniz daha iyi olmaz mıydı? Eşim biraz rahatsız, hem bu hafta izin sırasındaydım” demedi. Burada anlatılmak istenen , Teğmen Rowan’ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia’yı bulmasının hikayesi değildir. Burada anlatmak istedigim husus, bu adamın kişiliğinin her okula örnek insan olarak tanıtılmasının gerekliliğidir. Dünyanın her yerinde, her gün, milyonlarca yöneticinin Garcia’ya gönderilecek mektubu vardır. Öte yandan, gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teoriler değildir. Kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleriyle sonuçlandırma idrakine ve eğitimine de sahip olmalarıdır. Bugün en çok muhtaç olduğumuz budur. Hizmette fertlerin ilgisizliği ve bilgisizligi, toplumları ve örgütleri felç eder. Hizmetin çarkı dönerken, çarkın her dişlisinin her defasında yeni baştan bilinmesi için zaman yoktur. Yeniden eğitim yapmak gerekir. Öte yandan hizmet devamlı akmaktadır ve sürekli işlerlik içinde olmak zorundadır. Çarkın bir dişi kendi işini hiçbir nedenle durdurmaya yetkili değildir. Bu takdirde hizmet durur. Bir defasında her yönetici gibi öylesine meşgul iken odama giren bir memur bana: “Efendim siz, birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan birini terfi ettirdiniz. Yaş ve kıdem bakımından aramızda hiçbir fark yok. Öğrenimimizde aynı. O benden daha yakışıklı da değil. Beni hala terfi ettirmiyorsunuz.” dedi. Ben ise dalgınlık halinde mırıldandım. –”Sokakta gürültü var. Duyuyor musunuz? Nedir acaba?” –”Gidip sorayım efendim” diye memur can sıkıntısı ile cevap verdi. Biraz sonra döndü. –”Bir arabaymış efendim…” –”Yükü neymiş?” diye sordum. –”Gidip bakayım efendim…” Biraz sonra döndü. –”Arabanın yükü bir sürü çuval efendim.” –”Çuvallarda ne varmış?” –”Gidip bakayım efendim.” Biraz sonra döndü. –”Çuvallarda çimento varmış efendim…” –”Nereye gidiyormuş bu araba?” –”Gidip bakayım efendim.” Biraz sonra dönüp cevap verdi. –”X ve Y inşaat şirketinin şantiyesine gidiyormuş efendim…” –”Çok güzel..” dedim. –”Şimdi bana terfi eden arkadaşınızı çağırır mısınız lütfen? Hani haksız yere terfi eden arkadaşınızı.” Beriki geldi. Ben mırıldandım: –”Sokakta bir takım gürültüler oluyor nedir acaba?” –Gidip bakayım efendim.” Döndüğü zaman şöyle cevap verdi: –”Kırk çuval portland çimentosu yüklü araba. Çimentoların menşei New Orleans. X ve Y inşaat şirketinin merkez şantiyesine gidiyormuş.” Ve devam etti. –”Uluslararası ulaşıma ait bir kamyon çuvallarını istasyondan almış. Çuvallardan biri patladığı için şimdi bunu değiştirmeye çalışıyorlar.” Bu iki örnekten bir takım sonuçlar çıkarmak için bir takım yorumlar yapmaya hiç gerek yok. Dünyayı dolduran özel müesseselerle resmi dairelerdeki bütün memurları kendime düşman etmek niyetinde değilim. Bunlar belirli bir öğrenim döneminden sonra bir masanın başına kurularak hiçbir iş yapmadan devlet baba hesabına geçinip gitmeyi meşru bir hak saymakla zaten meşru olmayan bir iş yapmış olmuyorlar mı? Sabahtan akşama kadar sigara tüttürmek, kahve içmek, vergi yolu ile kendini besleyen halkı hırpalamak, sadist bir zevk uğruna en basit işlemleri bile karma karışık etmek, baştan savmak, istedikleri bir müracaatçıyı masadan masaya dolaştırmak, masadan masaya dolaşarak “Bugün git, yarın gel” teranesiyle hedefinden iyice uzaklaşan evrakı arşivin küflü derinliklerine gömmek. Ay sonunda alacakları paraya karşı yaptıkları iş bu ise şayet, hiç zahmet buyurmasınlar. Millet parası onlara helal olmayacaktır. Klemanso’nun meşhur sözü ne kadar güzel. “Bakanlık geç gelenlerle, erken gidenlerin karşılaştığı yerdir” demiş. Bakanlığı süresince de garip vakalara şahit olmuş ki bir çok vecize değerinde sözler söylemiş. 1905 yılında bir gün aklına esmiş. Emrindeki memurların durumunu şöyle bir yakından görmek istemiş. Odalardan birine girmiş, kimse yok.. İkincisine girmiş bomboş.. Üçüncü odada bir memur varmış… O da uyuyormuş. Yanında bulunan daire müdürüne dönmüş: –”Sakın uyandırmayın, yoksa oda o da çekip gider.” İşte böyle, uzun söze ve uzun izaha benim de, sizin de vaktiniz yoktur. İnsanlığın, Garcia’ya mektup götürecek teğmenlere ihtiyacı çoktur. Elberd Hubbard … NOT: Yukarıdaki yazı "Garcia’ya Götürülecek Mektup" isimli meşhur makalenin orjinalidir. Orjinal yazıyı değiştirerek kendi cümlelerini katıp orjinalmiş gibi yayımlayanlar, bilinçli veya bilinçsizce bu güzel yazının gerçek değerinin ve etkisinin anlaşılmasına engel oluyorlar.

BİR EŞKİYALIK ÖYKÜSÜ


Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
Birileri bunu kendi üstüne alınırmı,ibret alır mı bilemem ama son on yıl da ülke de yaşananların kısa bir özeti olarak bu öyküyü okumanızı isterim. Sadece bir tane oğlu bulunan, çiftlik sahibi, varlıklı bir adamcağız ölümünden bir süre önce, oğluna vasiyetini söyler: - Oğulcuğum. Yatağın altında, içi altın dolu iki tane kese var. Bunlardan biri senindir. Al, güzel güzel harca, helaldir. Diğerini ise, ne yapıp edeceksin, memleketin en büyük eşkıyasını bulacaksın ve ona hediye edeceksin. Sebebini sorma, vasiyetim böyledir ! Yaşlı adam bunları söyledikten bir kaç gün sonra ruhunu teslim eder. Oğlu, babacığımın vasiyetini yerine getirmeliyim deyip, her iki keseyi yanına alır ve memleketin en büyük eşkiyasını bulmak için ülkeyi dolaşmaya başlar. Fakat nereye gitse, hangi eşkıyayı sorsa, ondan daha da namlısı, kanlısı, belalısı olduğunu öğrenir ve böylece aylarca dolaşır. Yedi dağın eşkıyası diye bilinen bir haydudun öykülerini dinledikçe, bizim çocuk nihayet "artık bundan daha canavarı olamaz" deyip, eşkiyanın yasadığı dağa çıkmış. Eşkıyanın adamları çocuğu esir almışlar. Tek basına bu dağda ne gezersin bre ahmak, deyip soruşturmuşlar. Çocukcağız, ağanıza bir hediye getirdim, silahsızım, zaten size güç yetiremem diye yeminler etmiş; onun silahsız olduğunu anlayıp yedi dağın eşkıyasının karsısına çıkarmışlar. Eşkiya gürlemiş: - Be hey tıfıl, kimden cesaret aldın da benim dağıma girersin ! Kurda kuşa yem olmadan anlat bakalım burada ne aradığını. Babasının vasiyetini anlatmış, koynundan kesenin birini çıkarıp yedi dağın eşkıyasına uzatmış: - Ağam, babamın bana emaneti altın kesesi işte budur. Sizin hakkınızdır. Bunu size vermezsem babam mezarında rahat yatmaz, lütfen kabul edin. O namlı eşkıyanın yüzünde babacan bir ifade belirmiş: - Sevdim seni be genç adam. Safsın, temizsin, belli ki daha dünyadan haberin yoktur. Evet benim namım bu dağları sarmıştır, lakin memlekette benden büyük bir eşkıya daha bulunur. Biz eşkıya da olsak, hak etmediğimiz mala el sürmeyiz. - Etmeyin ağam, sizi bulmak için bir senedir dolaşmaktayım. Ağa, elini kaldırıp konuşmuş. - Sen şimdi dön, şehre var. Kadı efendiyi bul. Memleketin en büyük eşkiyası odur. Selamımı söyle, bu keseyi ona ver. Eminim alır! Bizim genç adam şehre varmış. Kadının konağına varmış, başından geçenlerin hepsini anlatmış. - Bu keseyi hak eden sizmişsiniz, ben de eğer kabul ederseniz size takdime geldim. Kadı efendi zemberekten boşalır gibi yerinden fırlamış: - Vay ahlaksız, müfteri eşkiya! Hakkımızda neler demiş. Be hey Allah'tan korkmaz kul, sen ne yüzle bana haram para teklif edersin ! Şimdi yatırayım mi seni kırbaç altına? Genç çocuk ağlamaya başlamış: - Efendim ben de anlatılanlara uydum. Aylardır evimden uzağım, artik gezmekten usandım, yoruldum. Hani şöyle kitaba bir baksanız da bu işin bir hal yolunu bulsanız. Kadı efendi, kara kaplıyı açıp sakalını sıvazlamış: - imdiii, bir din ve devlet temsilcisinin böyle açıktan para kabul etmesi hem kanun-u âli’ye, hem de Allah rızasına münasip olmayıp, alan da veren de bu âlemde ve mahşerde suçlu durumuna düşer. Lakiiin, eğer aramızda bir ticari akit tanzim eder ve dahi sen bana bu bir kese altını bir alışveriş neticesinde takdim eyler isen, ben dahi bunu senden bir hizmet karşılığı alır isem, şer'an caiz olup başkaca bir işlem yapılması gerekmez. Yani, kısacası, ben bu altınlar karşılığı sana bir şey satacağım. - Ne satacaksınız efendim? Kadı efendi, elini uzatıp pencerenin dışını göstermiş. - Bak bu dışardaki bahçe ve civarındaki cümle arazi bana aittir. Şimdi, ne görüyorsun bu arazinin üzerinde ? - Kar, her yeri bembeyaz kar kaplamış. - Pek güzeeel, işte ben bu arazideki karları sana satacağım, sen de bir kese altın karşılığı aldığını beyan eder bir belge imzalayacaksın, böylece alışveriş tamam olacak. Derhal bir sözleşme düzenlemişler, imzalar atılmış. Altın kesesini kadı efendiye teslim eden çocuk, huzur içinde oradan ayrılmış. Memlekete gitmeden önce bir handa geceleyip hem karnını doyurmayı hem de biraz dinlenmeyi uygun görmüş. Sabaha karşı kadının emrindeki zaptiyeler kapıyı yumruklamışlar. - Kalk hele, kadı efendi seni görmek ister, davası varmış ! Yaka paça kadının huzuruna çıkarmışlar. Kadı hiddet içinde. Daha, selamın aleyküm diyemeden kadı efendi bağırmış: - Be hey utanmaz, arlanmaz, eşkiya kılıklı işgalci. Bre biz seninle dün akşam arazimdeki karları satın aldığına dair sözleşme imzalamadık mı ? - İmzaladık kadı efendi, ben de karşılığını size takdim ettim. - Sus ! Bak bakayım dışarıya, ne var arazimin üzerinde? - Ne olacak, kar var ... tıpkı dünkü gibi. - Mel'un hala konuşuyor ! Dün sen bu karları benden satın almadın mı ? O halde senin karların ne hakla benim arazimi işgal ederler ?! Şimdi bu işgal , kanun dairesine ve de hak rızasına uygun mudur? Derhal kaldır o karları benim arazimden, yoksa seni işgalcilikten hapse attırırım! - Aman efendim, dönümler dolusu karı ben nasıl kaldırayım ? Gücüm yetmez, karda kışta ölür kalırım. - Onu, arazimi işgal etmeden önce düşünseydin! Vallahi yapacağım gereğini. Çocukcağız yine yalvarmış. - Efendim, ocağınıza düştüm, yok mudur bu işin de kitaba uygun bir hal yolu ? Kadı, kara kaplıyı tekrar açmış, bir müddet mırıldanarak okuduktan sonra: - Vardır! imdiiii arazi sahibi ve davacı olan ben ile, davalı sıfatı ile sen arasında, arazimi işgal bedeli karşılığında, benim de rızam ile bir kese altın karşılığı işbu karları burada tutmaya iznim olduğunu belirtir bir mukavele imzalarsak, bu husus kanun ve nizama uygun bir şekilde hale kavuşur. Yanii, sen bana öbür kese altını da işgaliye bedeli olarak vereceksin. Bizim genç çocuk öbür kese altını da vermiş, gereken evrakları imzalamış, konaktan çıkıp temiz havaya kavuştuğunda, dağlara bakıp konuşmuş: - Hey gidi yedi dağın efesi ! Sen hakliymışsın. Daha büyük eşkıyalar da varmış. Senin açık açık yaptığın eşkiyalık, bunların kanunla yaptığı eşkıyalığın yanında nedir ki ...

20 Haziran 2014 Cuma

SİZ SİZ OLUN ACELE KARAR VERMEYİN!

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş. Ama kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

“Bu at, bir at değil benim için bir dost. insan dostunu satar mi” dermiş hep. 

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. 

“Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.

İhtiyar “Karar vermek için acele etmeyin”, demiş. “Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın
dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takip getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.

“Babalık”, demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.”

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz”, demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye
geçirmişler.

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul simdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara:

“Bir kez daha hakli çıktın”, demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak.Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.

İhtiyar; “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler;

“ Gene haklı olduğun kanıtlandı”, demişler. " Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.”

“ Siz erken karar vermeye devam edin ” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”


" Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatin küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.

Karar aklin durması halidir. Karar verdiniz mi, akil düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akil insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi baslar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.

19 Haziran 2014 Perşembe

PAKİSTANLI BİR AYDININ ARAŞTIRMASI: DİNLERE GÖRE KALKINMIŞLIK ORANLARI


Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
Dr. Faruk Saleem – İslamabat, Pakistan Bu yazıyı okuduğunuzda çok övündüğümüz Müslümanlık hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımızı,yüzyıllardır ne Kuran’ı ne de Peygamber efendimizi tam olarak anlamadığımızı ve din diye sadece safsatanın bizlere zerk edildiğini göreceksiniz. Bunun içindir ki o cahil Müslüman diğer müslümanın boğazını keserken Allahuekber diye bağırır. Bunun içindir ki Suriye de yaşayan müslümanı öldürmek için Hristiyanla anlaşma yapılır. Bunun içindirki televizyona çıkıp bölüm başına 40-50.000 tlleler alanlar din adamı sıfatıyla diğer müslümanı müslümana karşı kışkırtır ve bunun içindir ki Müslümanlar geri kalmışlığın,savaşların ve cahilliğin içinde debelenip durur.MD Gelelim yazarın çalışmasına,buyurun okuyun; Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi/Musevi var. (Kuzey ve Güney Amerika'da 7 milyon, Asya'da 5 milyon, Avrupa'da 2 milyon ve Afrika'da 100 bin Musevi yaşıyor.) Peki, kaç Müslüman var: 1,4 milyar Müslüman. (1 milyar Asya'da, 400 milyon Afrika'da, 44 milyon Avrupa’da, 6 milyon Amerika kıtasında.) Yani dünyada 1 Musevi’ye karşın 100 Müslüman var... İyi ama Yahudiler Müslümanlardan niçin 100 kat daha güçlü ve daha zengin ve daha eğitimli ve daha mucitler? Tarafsız ve bilimsel yollarla tespit edilmiş nedenlerini öğrenmek istiyorsanız lütfen okumayı sürdürün... Tüm zamanların en etkin bilim adamı Albert Einstein bir Yahudiydi. Psikanalizin babası Sigmund Freud bir Yahudiydi. Karl Marks Yahudiydi. Tüm insanlığa zenginlik ve sağlık katmış Yahudilere bakalım: *Benjamin Rubin insanlığa aşı iğnesini armağan etti. *Jonas Salk ilk çocuk felci aşısını geliştirdi. *Gertrude Elion lösemiye karşı ilaç buldu. *Baruch Blumberg Hepatit-B aşısını geliştirdi. *Paul Ehrlich frengiye karşı tedaviyi buldu. *Elie Metchnikoff bulaşıcı hastalıklarla ilgili buluşuyla Nobel ödülü kazandı. *Gregory Pincus ilk doğum kontrol hapını geliştirdi. *Bernard Katz nöromasküler iletişim (kaslarla sinir sistemi arası iletişim) alanında Nobel ödülü kazandı. *Andrew Schally endokrinoloji (metabolik sistem rahatsızlıkları, diyabet, hipertiroid) tedavilerinde kullanılan yöntemi geliştirdi. *Aaaron Beck Cognitive Terapi’yi (akli bozuklukları, depresyon ve fobi tedavilerinde kullanılan psikoterapi yöntemini) geliştirdi. *Gerald Wald insan gözü hakkındaki bilgilerimizi geliştirerek Nobel ödülü kazandı. *Stanley Cohen embriyoloji (embriyon ve gelişimi çalışmaları) dalında Nobel aldı. *Willem Kolff böbrek diyaliz makinesini yaptı. *Peter Schultz optik lif kabloyu, Charles Adler trafik ışıklarını, *Benno Strauss paslanmaz çeliği, *Isador Kisse sesli filmleri, *Emile Berliner telefon mikrofonunu, *Charles Ginsburg ilk bantlı video kayıt makinesini geliştirdi. *Stanley Mezor ilk mikro-işlem çipini icat etti. *Leo Szilard ilk nükleer zincirleme reaktörünü geliştirdi. Peki, ama; son 100 yıl içinde Yahudiler sadece bilimsel alanda 104 Nobel ödülü kazanırken, 1.4 milyar Müslüman neden yalnızca 3 Nobel kazandı. Yahudiler niçin bu kadar yaratıcı ve neden bu kadar güçlüler? Yahudi inancına bağlı ve küresel çapta büyüyüp tanınmış şu yatırımcılara/işadamlarına ve markalarına bakalım: * Ralph Lauren (Polo), * Levi Strauss (Levi's Jeans), * Howard Schultz (Starbuck's), * Sergei Brin (Google), * Michael Dell (Dell Bilgisayarları), * Larry Ellison (Oracle), * Donna Karan (DKNY), * Irv Robbins (Baskins & Robbins), * Bill Rosenberg (Dunkin Dougnuts), * Richard Levin (Yale Üniversitesi'nin kurucu başkanı). Yahudi inancına bağlı ve küresel çapta büyüyüp tanınmış şu sanatçılara bakalım: * Michael Douglas, * Dustin Hoffman, * Harrison Ford, * Woody Allen, * Tony Curtis, * Charles Bronson, * Sandra Bullock, * Billy Crystal, * Paul Newman, * Peter Sellers, * George Burns, * Goldie Hawn, * Cary Grant, * William Shatner, * Jerry Lewis, *Peter Falk... Yönetmenler ve yapımcılar arasındaki Yahudiler: * Steven Spielberg, * Mel Brooks, * Oliver Stone, * Aaaron Spelling (Beverly Hills 90210), * Neil Simon (The Odd Couple), * Andrew Vaina (Rambo 1 /2 / 3), * Michael Mann (Starzky and Hutch), * Milos Forman (One Flew Over The Cuckoo's Nest, Amadeus), * Douglas Fairbanks (TheThief of Baghdat), * Ivan Reitman (Ghostbusters) , * Kohen Kardeşler, * William Wyler. * William James Sidis, Sorun kendinize: 250’lik IQ derecesiyle dünyaya gelmiş en parlak insan hangi dine mensuptur? Sorun kendinize: Neden Yahudiler bu kadar güçlüdür? Cevabı şudur: Her çocuğa ve her gence kaliteli eğitim verirler... Bu eğitim türü sorgulayıcı (teslimiyetçi değil), araştırıcı (ezberci değil) ve yaratıcıdır (bilgi üretmek/bulmak içindir) Soru: Neden Müslümanlar bu kadar güçsüzdür? Cevap: Yanlış eğitim verdikleri ve gelişime yararı olmayan birer eğitim sistemi uyguladıkları için (Büyük oranda Din Eksenli, Sorgusuz, Araştırmasız, Ezberci ve Dayatmacı eğitim...). Oysa Gezegenimizde yaklaşık 1.476.233.470 Müslüman yaşamaktadır. Yani, toplam dünya nüfusu içinde her 5 kişiden biri Müslümandır. Her bir Hindu'ya 2 Müslüman düşmektedir, her bir Budist'e karşılık 2 Müslüman vardır ve her bir Yahudi'ye karşılık 100 Müslüman bulunmaktadır. Müslümanlar bu kadar kalabalıklar ama neden güçsüzler? Nedeni eğitim(sizlik)dir!!! İslam Konferansı Örgütü'nün (OIC) 57 üyesi vardır ve ülkelerin tümünde sadece 500 adet üniversite bulunmaktadır. Yani üniversite başına 3 milyon Müslüman düşmektedir. Başka bir deyişle 3 milyon kişi için bir üniversite yapılmıştır (Bunların kalitesi de başka bir sorundur!). Fakat sadece ABD'de 5 bin 758 adet üniversite vardır. Shanghai Jiao Tong Üniversitesi tarafından 2004 yılında hazırlanan “Dünya Üniversitelerinin Akademik Deger Listesi”ne Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin hiç birinden ilk 500’e giren tek bir üniversite yoktu. Neden?.. Yanıt: Kalitesiz ve ezberci eğitim... OKUMA YAZMA ORANLARI DA ÇOK DÜŞÜK! UNDP tarafından toplanan verilere göre Hıristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı % 89’dur. Bunların %98’i ise en az ilkokul mezundur ve 100 kişiden 40’ı üniversite mezunudur. 15 Hıristiyan çoğunluğa sahip ülkedeki okuma-yazma oran ise %100’dür, yani bu 15 ülkede okuma-yazması olmayan tek kişiye rastlamak olası değildir!. Müslüman ülkelerde durum bunun zıddıdır: 100 kişiden sadece 40’ı okuma-yazma bilir ve herkesin okuryazar olduğu bir tek Müslüman ülke bulunmamaktadır! Bunların %50’si ilkokul mezundur ve sadece %2’si üniversiteyi bitirmiştir. BİLİM İNSANLARININ ORANLARI DA ÇOK DÜŞÜK! ABD’de toplam bilim insanı sayısı 4.000, Japonya’da 5.000’dir. 57 Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerdeki toplam bilim adamı sayısı ise sadece 230 kişidir. (Akademisyenlerin hepsi bilim insanı değildir. Bilim insanı demek, pozitif bilimlerle aktif olarak uğraşan kişi demektir.) Ve her 1 milyon Müslüman kişiye sadece 1 bilim insanı düşmektedir. Teknisyenler bakımından Müslüman çoğunluklu Arap ülkelerdeki durum daha da kötüdür: Her 1 milyon Müslüman Arap nüfus içinde 50 teknisyen bulunmaktadır. Hıristiyan dünyasında ise her bir milyon kişi içinde 1000 teknisyen bulunmaktadır. NEDEN?.. Yanıt: Kalitesiz-ezberci eğitim ve ARGE’ye (araştırma geliştirmeye) yeterli kaynak ayrılmaması... Çünkü Müslümanlar gayri safi milli gelirin yalnızca % 0,2’sini araştırma-geliştirme bütçesi olarak ayırıyor. Buna karşın Hıristiyan dünyası araştırma-geliştirmeye % 5 oranında, yani 25 kat daha fazla fon ayırmaktadır. SONUÇ: İslam dünyası yeni bilgi üretebilecek kapasiteden yoksundur. Ayrıca dünyanın ürettiği bilgiyi kendi halklarına öğretmekte de başarısızdır. Bunun kanıtı ise ileri teknoloji ihracat rakamlarında saklıdır: Pakistan’ın ileri teknoloji ihracatının toplam ihracatın içindeki oran %1’dir. Suudi Arabistan, Kuveyt, Fas ve Cezayir’in ise % 0,3’tür. Hristiyan Singapur'da bu oran % 58'dir. Gelecek Bilgi temelli toplumların olacaktır Ilginçtir, Müslüman 57 ülkenin gayri safi milli hâsılalarının toplamı 2 trilyon doların altındadır. Buna karşın 310 milyonluk ABD tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretmekte; Çin 8 trilyon dolar, Japonya 3,8 trilyon dolar ve Almanya 2,4 trilyon dolarlık üretim yapmaktadır. (Satın alma gücü eşitlenerek hesaplama yapılmıştır.) Mal ve hizmet üretimi İspanya’da 1 trilyon doların üzerindedir. Katolik Polonya 489 milyar dolarlık mal ve hizmet üretimi gerçekleşmektedir. Budist Tayland 545 milyar dolar değerinde mal ve hizmet üretimi yapmaktadır. İşin daha acıklı tarafı ise şudur: İslam Dünyasının gayri safi milli hâsılasının tüm dünya gayri safi milli hâsılası içindeki oranı hızla azalmaktadır. O halde Müslümanlar neden bu kadar güçsüzdür? Cevap: Eğitim Yoksunluğu. Tam anlamıyla söylersek; kaliteli ve çağdaş eğitim yoksunluğu. Çok kesin biçimde söylersek; akılcı olmayan, ezberci, teslimiyetçi, din eksenli ve çağdışı eğitim... Araştırmayı yapan: Dr. Faruk Saleem – İslamabat, Pakistan

HOCALAR UÇUK OLUNCA

HOCALAR UÇUK OLUNCA - 1

 Renkli kişiliğiyle ün yapmış bir felsefe hocası,
 yılın son sınavını yapmak
 üzere sınıfa girmiş.. Bütün öğrenciler çok
 heyecanlı, hepsi merakla soruları
 bekliyorlar, felsefe hocası sınıfa şöyle bir
 bakmış, derken sandalyesini kaptığı
 gibi kürsünün üzerine koymuş..
 - İşte 100 puanlık tek soru demiş.. Bana bu
 sandalyenin var olmadığını ispat  edin.

 Herkes bir girişmiş yazmaya efendim hızlı hızlı
 yazanlar harıl harıl düşünenler
 derken, aralarından biri kâğıda tek bir cümle
 yazmış sonra kalkmış hocasına
 vermiş ve sınavı bitirip çıkmış...

 Sonuçlar açıklandığı zaman bir bakmışlar koca
 sınıfta 100 üzerinden 100
 alan tek kişi var, o da sınavı 2 dakikada bitirip
çıkan çocuk!
Peki, acaba çocuğa 100 puan getiren o tek cümle neymiş?
 Cevap kâğıdına sadece şunu yazmış:
 - HANGİ SANDALYE?

 HOCALAR UÇUK OLUNCA – 2
 ODTÜ Felsefe öğrencilerini en çok zorlayan
 hocalardan biri, final sınavında sınıfa gelmiş ve
 sınav sorusu olarak tahtaya;
 Why? (Neden?) yazmış.
 Öğrenciler ilk önce ne yazacaklarını
 şaşırmışlar, sonra
 herkes bir şeyler yazmaya başlamış. Yalnız bir
 öğrenci sınavın ilk dakikasında kâğıdını teslim  etmiş.

 Bu öğrenci sınavdan 100 almış.
 Öğrencinin cevabı da soru gibi kısaymış!
 WHY NOT (NEDEN OLMASIN Kİ?)



 HOCALAR UÇUK OLUNCA – 3
 Aynı hoca başka bir sınavda "Risk Nedir?" diye  soruyor.
 Yine bir öğrenci sınavın ilk 10 saniyesinde teslim  ediyor
 kâğıdını. Kâğıdın üst kısmında sadece  isim-soyadı
 yazıyor, gerisi ise bomboş beyaz yaprak. En altta  ise
 "İşte risk budur!" diye yazıyor. Ve sonuçta da
 sınıftaki en  yüksek notu alıyor.
 Hocanın bir sonraki sınavında yine "Risk Nedir?"
 sorusuyla karşılaşan öğrencimiz tekrar boş
 kağıt verince bu sefer 0 alıyor.
 Tabii koşa koşa hocaya gidip sebebini soruyor.
İşte cevap:

 Aynı şartlar altında, aynı riski iki kere almak  aptallıktır!



 HOCALAR UÇUK OLUNCA – 4
 Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Hocanın biri
 sınavda, o günlerde devam etmekte olan bir davanın
 detaylarını vermiş ve sonucun ne olacağını  sormuş.
Tabii, bütün öğrenciler ha babam, de babam, sayfalarca
 yazmaya başlamışlar. Ama bir öğrenci kağıdını  sınavın ilk
 dakikasında vermiş. Ve buna rağmen 100 almış.
 Öğrencinin yanıtı tek cümleymiş:
 "Devam eden dava hakkında yorum yapılamaz."

18 Haziran 2014 Çarşamba

İğneyi Kendine Sok,Çuvaldızı Ne Yaparsan Yap!


Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
Hepimiz yıllarıdır tarikatleri,cemaatleri,AKP’yi eleştirip duruyoruz değil mi? Acaba bunlar kendiliğinden mi türedi,yoksa bizim yanlışlarımızdan mı tohumken ağaca dönüştü. 47 yaşındayım ve bu ülke de her türülü iktidarı ve her türlü siyasi partiyi gördüm,tanıyorum. Özellikle,CHP’nin umarsız fukara aristokratlığını… Ne ilginç değil mi? Yıllarca, evine temizliğe gelen, taksisine bindiğin, sebze meyve aldığın, kaldırımda pazar çantasıyla yanından geçerken yüzüne bile bakmadığın, tatilde köylerde toprakta oynayan çocuklarını manzaranın parçası olarak fotoğrafladığın ama ismini dahi sormadığın, bu ülke topraklarında doğmuş ama köyünde okul olmadığından ya da 12 çocuğun onuncusu olduğu için okuyamamış, daha iyi bir hayat nedir bilememiş, hayat amacı sadece masaya bir tencere yemek koymak olmuş, ama sayı olarak sen ve senin gibi "belli" yaşam standartları olanlardan çok daha fazla olan bir kesim insan... Buraya kadar olan kısmı resmin sadece bir kısmı. Bir gün birileri akıl etti ve ona "sen varsın, seni görüyorum, al bu çeyrek altını sen çocuğuna önlük al, o akan bacayı tamir et, yeter ki bana oy vereceğine söz ver." ya da "gel camiye, sonrasında hep beraber yemek yer sohbet ederiz" veya "8 çocuğundan en az 5'ini okuturuz, dershanemize gelsinler yeter" dedi,evine düzenli erzak-aş gönderdi... Senin asfaltı-kanalizasyonu-elektriği-suyu çok gördüğün insanların kapısına gitti,misafiri oldu.. Ve o baba, o ana, bir kez olsun görülmüş fark edilmiş olmanın ferahlığını yaşadı, bir kez olsun dua ettiği Allah'ın onun sesini de duyduğuna inandı. Bir kez olsun başına bağladığı örtüden utanmak yerine, kızları da takarsa bu kış üşümeyeceklerini öğrendi. Kalanı, Türkiye'nin son 30 yıllık öyküsüdür. Şimdi sen, en az 2 dil bilen, iyi okullarda okumuş, yurtdışı görmüş geçirmiş, kültürü de zevkleri de yüksek olan sen, haklı olarak onun aslında kullanıldığını, birilerinin amaçlarına alet edildiğini görüyorsun ve koyun sürüsü diyorsun. Ülken talan ediliyor ve durum gerçekten korkutucu. Ama atladığın bir konu var: Sen "onu" hala görmüyorsun. Onun yaşam şeklini, değerlerini, önceliklerini, korkularını, duygularını küçük görüyorsun. Onu yok saymaya devam ediyorsun. Açık açık "Ben senden bu ülke için neyin iyi olduğunu daha iyi bilirim, kafan basmaz!" diyorsun. Seçim zamanı onun da gelip seninle aynı oyu atması için ona da bir şey ifade eden bir tek neden vermeye tenezzül etmiyorsun. Diyalog kurmuyorsun. Türkiye'yi bu hilkat garibesi duruma getirenin, "bir kesim AKP ve cemaat" değil de, bu "AYRIM" olduğunu anlamadığın, anlamayı reddettiğin içindir ki, sandıklarda yalnız olacaksın.Sandıkta oyumu çalarlar diyorsun ama oyunu kendin eksiltiyorsun. Yanına çekmek istediklerin senin bu kendini beğenmiş tavrından ötürü belki de yanında olmayacaklar. İstediğin kadar en iyi kuaföre ve en şahane tatillere git, içindeki kibir yüzüne vuruyor. Ve işte bu yüzden sen hala daha iyi bir Türkiye'yi hak etmiyorsun! Yanlış anlama, hepimiz, aynı yaratanın var ettikleri olarak her şeyin en iyisini hak ediyoruz ama "benim için iyi olan onun için iyi midir?" sorusunu sormayı öğrenmedikçe, insanlığın en temel derslerinden birinden mezun olamadığımız için, sınıfta kalmayı da hak ediyoruz. Geçen gün internette yazmış”dün,türban yasak-her şey serbestti,bugün ise türban serbest-her şey yasak. İşte Türkiye gerçeği bu,50 senedir bunlar benden olamaz dedin,şimdi bizim %5o diyene bozuluyorsun ve hala uyanamıyorsun. Olay bu kadar basit..

16 Haziran 2014 Pazartesi

Gibi’giller,Miş’gibiler


Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
Çok şükür son yıllarda hepimiz(ben dahil) yeni bir trend yakaladık; Kısaca gibi ve miş gibi olmak bu trendin bir parçası,liste uzatılabilir ben aklıma gelenleri yazıyorum; -Adam’mış gibi olmak -Kadın’ mış gibi olmak -Dürüst’ müş gibi olmak -Samimiy’ miş gibi olmak -Akıllıy’ mış gibi olmak -Zekiy’ miş gibi olmak -Onurluy’ muş gibi olmak -Ünlüy’ müş gibi olmak -Çalışkan’ mış gibi olmak -İnsan’ mış gibi olmak -Müslüman’ mış gibi olmak -Solcuy’ muş gibi olmak -Sağcıy’ mış gibi olmak -Güvenilir’ miş gibi yapmak -Sadık’ mış gibi yapmak -Sırdaş’ mış gibi yapmak -Sevgidoluy’ muş gibi yapmak -Zengin’ miş gibi yapmak -Fakir’ miş gibi yapmak Bu liste sayfalarca uzar gider. Bence,tüm eksikliklerimize ve yetersizliklerimize rağmen gibi veya miş arasına sıkışmaktansa olduğumuz gibi olmak en güzeli. Sonuç itibariyle bizler insanız,doğal olarak her şey olmak zorunda olmadığımız gibi olmaya da çalışmak zorunda değiliz. Hep birilerini memnun etmek uğruna bu tiyatroyu oynuyoruz. Peki,içinizdeki “ben”e bir sorun bakalım,o bu oyundan memnun mu? Öyleyse,miş ve gibileri bir kenara bırakın-olduğunuz gibi yaşayın. Bence o halinizle çok daha güzel ve çok daha özelsiniz…

15 Haziran 2014 Pazar

ZAMAN

"Farz edin ki her sabah hesabınıza 86400 Amerikan Doları kredi veren bir bankanız var, ama bir günden diğerine hiç bakiye devretmiyor. Tutarı ne olursa olsun, kullanmadığınız bakiyemiktarı her akşam iptal ediliyor. Böyle bir durumda ne yapardınız? Tabii ki son kuruşuna kadar çekerdiniz!!!! Aslında, hepimizin böyle bir bankası var. Adı: ZAMAN
Her sabah ise, iyi şeylere yatırım yapmadığınız kısmını silip, hesabınıza zarar kaydediyor. Hiç devretmiyor. Kredimiktarından bir kuruş fazla kullandırmıyor. Her gün size yeni bir hesapaçıyor. Her akşam günün bakiyesini yakıyor. Eğer günlük depozitolarınızı kullanmadıysanız, bu zarar sizindir. Geriye dönüş yok. Yarından avans çekmek yok. Bugünü, bugünkü depozitonuzla yaşamalısınız. Ona yatırım yapın ki, size sağlık, mutluluk ve başarı olarak
geri dönsün. Zaman akıp gidiyor gününüzü gün etmeye bakın!
BİR SENE'nin değerini anlayabilmek için sınıfta kalan bir öğrenciye sorun.
BİR AY'ın değerini anlayabilmek için, premature bir bebeği dünyaya getiren anneye sorun.
BİR HAFTA'nın değerini anlayabilmek için, haftalık derginin editörüne sorun.
BİR DAKİKA'nın değerini anlayabilmek için, treni henüz kaçırmış bir kişiye sorun.
BİR SANİYE'nin değerini anlayabilmek için, bir kazayı kıl payı atlatmış bir kişiye sorun.
BİR MİLİSANİYE'nin değerini anlayabilmek için,olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan kişiye sorun.
Sahip olduğunuz her anı değerlendirin. Daha fazla değer verin, çünkü onu çok özel biriyle, zamanını harcamaya değecek kadar özel biriyle paylaştınız.
Şunu unutmayın ki zaman hiç kimseyi beklemez.
Dün artık mazi oldu. Yarın ise muamma. Bugün ise avuçlarımızın içinde bize sunulmuş bir armağandır.

Siz erteleyebilirsiniz ama zaman ertelemez. Benjamin  Franklin (17 Ocak 1706-17 Nisan 1790)
Not:Yazı bana,söz Benjamin Franklin'e aittir...



TÜRK KELİMESİNİ HAZMEDEMEYENLERE...


Muzaffer DÖNMEZ

Muzaffer DÖNMEZ

E-Posta :muzaffer.donmez@gmail.com
Bazı kanı bozuklar nedense TÜRK kelimesini içlerini sindiremiyorlar,Almanya da Fransa da ve diğer ülkelerde Asimile edilmeyi, 4. sınıf vatandaş yerine konmayı,kamplarda yatıp-kalkmayı içine sindiren insanların bunu hazmedememelerini algılamakta güçlük çekiyorum. http://www.slideshare.net/muzafferdonmez/1921-anayasasi http://www.slideshare.net/muzafferdonmez/1924-anayasamiz-cumhuryetn-kncs http://www.slideshare.net/muzafferdonmez/1961-anayasasi ve 80 Anayasalarında bunun tanımı birlik,beraberlik adına yapılmıştır. Benimde bir tarafım Yunanlı’dır,ancak Misak-ı Milli sınırlarında (ki AKP sayesinde o sınırda kalmadı) yaşayan herkes benim için Türk’dür. Ve,bu ülkenin RESMİ DİLİ TÜRKÇE’dir.Evinde,mahallesinde,dükkanında istediği dili konuşur. Kendisini Haymatlos gibi hisseden varsa ona bir şey diyemem ama devletin bütün imkanlarını sonuna kadar kullanıp,süne zararlısı gibi gittiği her yerde her şeyi sonuna kadar tüketen insanların bir de TÜRK’lüğü beğenmemesi “beğenirse Ekim’e,beğenmezse S…….me kadar”tamlamasına uyuyor… Hele ki ,Askeri Kışla’ya girip Bayrak indiriliyorsa ve ÇOCUK diye sessiz kalınıyorsa o sözü söyleyen onursuza da sormak gerekir;Kafasına sıktığınız Berkin 50 yaşında mıydı?diye… Bir diğer açıklama;”İnfial olmasın diye sessiz kalındı”. Demekki,yarın bir savaş çıksa bizim orduyu savunması için bir başka ordu daha oluşturmamız gerekiyor. Aslında yazılacak daha çok şey var ama sadece aşağıdaki tanım ile yazıyı bitirmek istiyorum; Bu tanım Uluslararasıdır,bizim Anayasasımızı beğenmeyenler belki bunu beğenirler. Yoruma gerek yok... Jus sanguinis, ülkelerin vatandaşlık kanunlarına göre, arzuları üzerine bireylerin kendi ailelerinin veya atalarının sahip oldukları vatandaşlığa geçebilmelerini sağlayan ve kan bağına bağlı olarak atfedilecek hukuk ilkesidir. (Latince jus (hak) ve sanguinis (kan) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuştur. Herhangi bir vatandaşlığın ülke toprakları içerisinde dünyaya gelinmesiyle kazanılmasını sağlayan hukuk ilkesi ise jus soli'dir. Türkiye'de Jus sanguinis 11 Şubat 1964'te kabul edilen Türk vatandaşlığı kanununun ilk maddesinde şu biçimde belirtilmiştir: Madde 1 Türkiye içinde veya dışında Türk babadan olan ya da Türk anadan doğan çocuklar doğumlarından başlayarak Türk vatandaşıdırlar.

10 Haziran 2014 Salı

TÜRK VAR MIDIR?


 
 
  •         "Türkleri yenemedik" dedi Churchill.
  •         "Türkleri öldürebilirsiniz lakin onları yenemezsiniz" dediNapolyon.
·        "Bizans’ı alan Türkler korkarım orada durmayacaklar" diyordu, Vatikan'ın başı.
·        "Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türkler ile savaşmalıdır" dedi komutan Towsend
·        "Türk kadınlarının en büyük süsü, Türk oluşlarıdır..." dedi Lady Mary Wortley Montagu.
·        "Artık Türklerle savaşmam, onlar çok cesur ve iyi insanlar" dedi Andreas Phitiades.
·        "Dünyada iki bilinmeyen vardır, biri kutuplar diğeri Türkler" dedi Albert Sorel.
·        "Türklerle dost ol ama, sakın düşman olma" dedi Gianni De Michelis.
·        "Türkler cesurdur, anavatanlarını çok severler ve onun için gerekirse canlarını verirler" dedi.. Albert Einstein..
Herkes, yüzyıllardır bize TÜRK dedi.
 
Şimdi ise bizim kendimize TÜRK dememiz ayıp oldu...
Ne mutlu Türk'üm diyene !...
 ATATÜRK