23 Ekim 2012 Salı

İran’ı Anlamak: Metodik Bir Kaygı



Süregiden Suriye krizinde Ortadoğu ikiye bölünmüş vaziyette… Bir tarafta Esad rejimini destekleyen İran ve Hizbullah… Diğer tarafta, isyancıları destekleyen Suudi Arabistan ve Katar’ın başını çektiği, Türkiye’nin ve Mısır’ın da dahil olduğu blok… Suriye’nin geleceğini büyük oranda blokların taraftarlarını belirlemede gösterdikleri inatçılıkları belirleyecek.

Söz konusu blokların ortaya çıkışına dair genel yaklaşım bloklar arasındaki mezhepsel farklılıkları nazara vermektedir. Gerek uluslararası gerekse yerel medyatik ve düşünce kuruluşları tarafından yayınlanan tarihsel açıdan oldukça miyopik çalışmalarda mezhep faktörünün ötesinde başka bir faktöre rastlamak hemen hemen imkansız.

Bu yaklaşım Sünnilere ve Şiilere belli bir öz atfeder. Ortadoğu’nun Suriye krizinde ikiye bölünmesi bu özlerin dışa vurumunun doğal ve kaçınılamaz bir neticesi olarak karşımıza çıkar. Türkiye’deki gazeteci ve akademisyenler arasında da söz konusu mezhepsel özcülük yaygındır. Fakat özellikle İran söz konusu olduğunda başka özcü açıklamalara da Türkiye’de sıklıkla rastlamak mümkündür. Mesela, kahvehane sohbetlerine kadar malzeme olan “tarih boyunca İran bizi hep arkadan vurmuştur” gibi bir iddia vardır. Türkleri arkadan vurmak için bir kuytuda sinsice bekleyen İranlılar hayali canlanır insanın gözünde…

Her türlü özcü yaklaşım sorunludur. Herşeyden önce totolojiktir. Aslında yapılan şey sorunun başka bir şekle sokularak cevap olarak sunulmasıdır. Özcü yaklaşım bu haliyle insana dair herhangi bir olguyu anlamamıza yardımcı olmaz. Anlamaya çalıştığımız herhangi bir ilişki aslında statik ve kaçınılmaz olarak karşımıza çıkar. Bir nevi tarafların iradeleri ellerinden alınmış, sorgusuzca derinlerdeki özlerinin çağrısına uyuyorlardır.

Halbuki insanlar/milletler/devletler arasındaki ilişkiler tarihi özcü yaklaşımın resmettiğinin tersine o kadar dinamik ve karmaşıktır ki… özcü yaklaşımın açıklamaları çoğu zaman istisnai kalır.

Mesela, İran’ın sürekli bizi arkadan vurduğu iddiasını ele alalım. Son 500 yılı hesaba katarsak, Anadolu Türkleri ile savaşan veya arkadan vurduğu sanılanların tamamı Türktür. Öyle ki, Yavuz Selim’in amansız rakibi Şah İsmail’ın şiirlerini bugün bir Türkiye vatandaşı Yavuz Selim’in şiirlerinden daha iyi anlayabilir. Safavilerin ana askeri gücünün büyük çoğunluğu Türk kabileleri iken, Osmanlılara gerçek anlamda bela olan Şah Abbas’ın gulam ordusunu ise daha çok Kafkas kökenliler oluşturuyordu. Osmanlıların yeniçerileri, Safavilerin gulamlarınının İranlı olduğundan daha fazla Türktü.

Kasrı Şirin imzalandıktan sonra Safaviler bir daha Osmanlıları arkadan vuracak gücü bulamadı. 1722 yılında yıkıldıktan sonra İran 70 yıl sürecek bir iç savaşın içine girdi. Bu iç savaş boyunca Osmanlı ile savaşan tek İran-merkezli askeri güç Nadir Şah’tı ki, o da bir Afşar Türkü idi. 19. Yüzyıl boyunca İran’da gücü ellerine geçiren ve Osmanlı ile 1820li yıllarda bir kez savaşan Kacarlılar da bir Türk kabilesi idi. Savaşın neticesinde de değişen bir şey olmadı. Geri kalan 150 yıl içinde de İran kendi dertlerinden başını kaldırıp, Türkleri arkadan vurma fırsatı bulamadı. Bir istisna ile… 1990’ların özellikle ilk yarısında İran PKK’ya destek verdi. Bu ise ‘İran bizi hep arkadan vurur’ önermesine ne kadar ampirik destek olur, değerlendirilmeli...

Mezhep özcülüğü bir çok insan için daha ikna edici gözükebilir. İlk bakışta Suriye etrafındaki kutuplaşma Peygamber-sonrası Sünni-Şii karşıtlığının resmi gibidir. İran, Türkiye ve Mısır’da siyasal İslamcı kökenlilerin, Katar ve Suudi Arabistan’da ise dindar-muhafazakar kişilerin dış politikaları belirliyor olması da mezhepsel özcülüğün lehine gibi gözüküyor.

Fakat söz konusu yaklaşım Arap Baharı’nın hemen öncesindeki ilişkileri açıklamamızda hemen hemen hiç yardımcı olmaz. Mesela, Arap baharına kadar Türkiye, hem de AKP hükümetleri döneminde, Suriye dahil, krize taraf olan bütün kesimlerle iyi ilişkiler içindeydi. Hatta, İran’ın nükleer programına verdiği destekle, Türkiye ABD ve Avrupa ile ilişkilerini riske bile attı.

Suriye konusunda ortak hareket eden Katar ve Suudi Arabistan, 1992 yılında sınır anlaşmazlığı yüzünden savaşın eşiğine gelmişti. Takip eden 18 yıl boyunca Katar’ın İran’la ilişkileri, Suudi Arabistan’la ilişkilerinden daha iyi oldu. Öyle ki 2007 yılının Aralık ayında Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife el Sani bir ilke imza atarak, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı Doha’da toplanan Körfez İşbirliği Teşkilat’ı toplantısına davet etti. İlişkiler öylesine iyi idi ki, 2009 yılının Temmuz ayında Doha’yı ziyaret eden Ali Laricani, Katar’ı İran’ın stratejik ortağı ilan etti. Aynı ziyarette Katar Emiri şöyle diyordu: “İran bizim her zaman dostumuzdur ve hiçbir kötü niyetli kişinin aramızda problemler yaratmasına izin vermeyeceğiz.”

Suriye konusunda Sünni blokta yerini alan Mısır’ın durumu da mezhepsel özgülükle açıklanamaz. Tabi ki Cemal Abdünnasır’ın, Enver Sedat’ın, Hüsnü Mübarek’in dış politikalarını Sünniliğin belirlediği iddia edilmiyorsa… Zira, İran karşıtlığı 1950li yıllardan itibaren Mısır’ın dış politikasının önemli bir ayağını oluşturur ki, bu karşıtlılık İslam devriminden sonra da değişmedi. Devrildikten sonra Şah’ı Mısır’da misafir eden Enver Sedat öldürüldüğünde, Tahran Sedat’ın katilinin adını bir caddeye verdi. Mısır da İran-Irak savaşı boyunca Irak’ı destekledi. Hüsnü Mübarek de Mısır dış politikasındaki İran karşıtlığını değiştirmemiştir ki, Körfez ülkelerini İran’a karşı kışkırtanda zaman zaman Mısır olmuştur. İslamcı bir kişinin başkanlığında ise, Mısır’ın İran karşıtlığı Nasır-Sedat-Mübarek dönemi ile karşılaştırıldığında çok daha azdır. 1979 yılından beri ilk kez İran’ı ziyaret eden bir Mısırlı lider Müslüman Kardeş kökenli Muhammed Mursi olmuştur.

Mezhepsel özcülük Sünniliği ve Şiiliği ayraç kimlikler olarak belirlemesi de aslında oldukça sığ bir belirlemedir. Zira bu yaklaşım İslam dinini anlama, onu pratiğe dökme, din adamları ve dini cemaatler ile devlet ve rejimlerin ilişkileri bakımından Katar, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye Sünniliği arasında derin uçurumların farkında değildir. Yani, söz konusu ülkelerin Sünniliği tekdüze ve aynı değildir.

En basitinden, Suudi Arabistan’ı yöneten el Suud ve Katar’ı yöneten El Sani aileleri Vahhabidir. Öte yandan, Türkiye’nin ana damar İslami grupları, ki buna AKP’nin içinden geldiği Nakşibendi geleneği de dahil, Vahhabiliği bir sapkınlık olarak görür. El Sani ve El Suud’un Vahhabilik anlayışları arasında da farklılıklar vardır. Katar aradaki farkı daha da netleştirmek için, İslami Çalışmalara önemli kaynaklar ayırmaktadır. Katar ve Suudi Arabistan ikilisinin Vahhabi İslamının en önemli ortak noktası, her ikisinin Vahhabiliğinin oldukça apolitik bir İslam anlayışı öngörmesidir. Türkiye ve Mısır’daki siyasal islam hareketleri ise, tam da siyaset ve İslam arasında varolan bu ayrılığı bitirmek için yola çıkmıştır.

Vahhabilik devleti yöneten ailelere Şeriat dışına çıkmadıkları müddetçe, ki bunu kontrol etmek sıradan Müslüman’ın değil, Vahhabi ulemasının görevidir, itaati farz olarak görür. Bu arada Katar’da Suudi Arabistan’dakine benzer bir ulema sınıfı da yoktur. Yani şeriat dışına çıkıp çıkılmadığını da dolayısıyla kontrol edebilecek bir grup yoktur.

Vahhabiliğin tarihi gelişim sürecinde gelinen noktada hemen hemen her politik karar yöneticilerin takdirine bırakılmıştır. Özellikle dış politika kararları tamamen yöneticilerin takdir hakkıdır ki, ne Suudi Arabistan’ın ne de Katar’ın ABD ile yakın ilişkileri Vahhabilik açısından dini bir sorun yaratmaz. 1990’lar boyunca Suudi Arabistan’da şiddetlenen ABD karşıtlığında resmi Vahhabi ulema el Suud ailesini desteklemiştir ve bugün Mısır’da iktidar olan Müslüman Kardeşleri, Suudi Vahhabiliği gençliğinin dini anlayışını yozlaştırmakla suçlamışlardır.

ABD veya Batı ile ilişkiler söz konusu olduğunda Türk ve Mısır Sünniliği çok daha anti-emperyalisttir ve bu anlamda aslında Suudi ve Katar Vahhabiliğine nazaran, İran Şiiliğine daha yakındır. Ehli Beyt sevgisi söz konusu olduğunda da, veya İslam’ın sosyal adalet perspektifinden okuması konusunda Türk Sünniliği İran Şiiliğine çok daha yakındır.

Türk İslamcıları Mısır’daki islami düşünceye daha sempatik olarak yaklaşsalar da, Mısır’dakilerle karşılaştırıldığında çok daha seküler bir devlet anlayışları vardır. Recep Tayyip Erdoğan, Mısır’da bir televizyon programında kendini Müslüman, Türki devletini seküler olarak tanımladığının ertesi gününde, Müslüman Kardeşler kendilerinin benzer bir anlayışı olmadığını vurgulama ihtiyacı duydu.

Sünni blokta bu ve benzeri farklılıklar var iken, karşı blokta tam anlamıyla tekdüze ve aynı değildir. İran'daki oniki imamcılık şiiliği ile Suriye'deki Nuseyrilik arasında da önemli farklar vardır. Öyle ki, Hafız Esad Nuseyriliği Şii İslam’ın bir parçası olarak kabul ettirmek için önemli bir çaba sarfetti. Her ne kadar Esad rejimi Nuseyriliği Şii İslam’ının içinde kabul ettirmek için uğramış olsa da, ülkenin en önemli muhalif örgütü Müslüman Kardeşler’e karşı da Sünni tarikatleri ve din adamlarını destekledi. Esad ailesi Sünni din adamlarına verdiği desteğin karşılığını da Arap Baharı sürecinde aldı. Sünni din adamı Muhammed Said el Buti, isyanların başından beri Esad rejimini destekledi ve göstericilerin İslam’a karşı hareket ettiğini bile savundu. Sünni-Şii karşıtlığı ile açıklanamayacak diğer bir anekdot ise Esad ailesi’nin daha yakın zamana kadar Sünni Hamas’a da verdiği tam destek ve Beşir Esad’ın bir Sünni ile evli olması…

Suriye’deki Esad rejiminin geleceği ile alakalı olarak Ortadoğu’nun ikiye bölündüğü bir gerçek… Yüzeysel olarak bu bölünme Sünni-Şii karşıtlığı gibi gözükse de, bu bloklaşmanın altında yatan daha derin sebepleri mezhepsel özcülükle göremeyeceğimiz kesin… Mezhepsel özcülük yapanlar aslında, farkında olarak veya olmayarak, Ortadoğu’da bugün yaşanan kilitlenmede ABD, İsrail ve Batı’nın oynadığı rolünde üzerini örtüyorlar.
 23 EKİM 2012Birol Başkan, Georgetown Üniversitesi 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder